Hanife Sude Karaağaç
İcra edilen sanat ve inşa edilen mimari eserler, içinde bulunduğu medeniyetin apaçık bir tezahürü niteliği taşımaktadır. Bu hakikati ifade edebilmek için ilk olarak, duygu ve düşünceleri en temel yansıtma aracı olan kelimelerin dünyasına adım atmak gerekir. Örneğin Batı sanatının temelinde “Hristiyan İkonografisi” vardır. Hristiyan inancının temelini “İsa” oluşturduğu için dolayısıyla Hristiyan İkonografisinin temelini de İsa oluşturmaktadır. İkonografi (Dini simgebilim) ise ikonların tanıtılması ve yorumlanması bilimidir. Bir diğer deyişle dinî bir konunun sanata aktarılması sonucu ortaya çıkarılan sanat eserlerini inceleyen bilim dalıdır. Bizce ortaya konulan bu bağlamda Batı Sanatı = İkonografidir. 313 yılında Milano Fermanı’na paralel olarak Hristiyanlığın kabul edilmesiyle beraber, Orta çağdaki stilize resim anlayışı yerini tamamen Rönesans Sanatının ana konusuna; ikonografiye bırakmıştır. Batı Sanatını “lübbün lübbü” mahiyetinde özetleme gayretine girersek bu cümleleri kurmakta hata etmiş sayılmayız.
Peki inancın sanata bu denli tesirini gözlemleyebileceğimiz bir örnek olarak ikonografiyi, bir de İslam Medeniyeti gözlüğüyle yorumlayacak olursak dilimizden çıkan ilk kelime ne olurdu? Put. Belki ilk akla gelenler: Resim, heykel, tasvir, timsal, suret. Ne garip değil mi? Bir medeniyetin sanatının ana konusu olan “şey”, bir diğer medeniyette pek de hoş karşılanmayan bir “şey” ile karşılık buluyor. İkonografinin İslamdaki karşılığı Rasulullah (sav) efendimizin konuyla ilgili şu sözüyle anlam bulmuştur: “Bu resimleri yapanlara kıyamet günü azap edilir ve onlara ‘Hadi, yaptığınız şu suretlere can verin!’ denilir; içinde resim bulunan eve melekler girmez.” Dinimizde klasik dönem İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bitkilerin ve cansız nesnelerin resminin yapılmasını ve baş kısmı olmamak, hayatta kalamayacak bir görünümde olmak ya da üstüne basılan, dayanılan halı, minder gibi saygı gösterilmekten uzak eşya üzerinde bulunmak kaydıyla insan ve hayvanların resmedilmesini câiz görmüşlerdir.
İslam sanatında ve mimarisinde tevhid anlayışını yansıtmak amaçlanmıştır. Mimar Sinan, döneminde inşa ettiği camilerde “merkezileşerek iç mekânda en fazla yeri tek bir orta kubbe altında toplama” çabasının zirvesi olmuştur. Bu çaba, İslam dininin kuşatıcılığının ve tevhid anlayışının bir neticesidir. Sinan, tevhidi plan şemasıyla yansıtırken Matrakçı Nasuh da minyatürlerinde tek bir sayfada birçok olayı tasvir ederek tevhidi yansıtmıştır. Bu bağlamda İslam Sanatını, Batı Sanatı normlarına göre incelemek, ona göre bir yere konumlandırmak ve o nispette kıymet addetmek bu konuda yapılabilecek en büyük hata olacaktır. Her kelime, her düşünsel faaliyet kendi bağlamında değerlendirilmelidir. Bir Müslüman ise her alanda Müslüman hüviyetini öncelemelidir.
Sanat anlayışı farklılıklarının nedeni din anlayışı farklılıklarıdır. Örneğin Alman Rönesansının yetkin sanatçılarından oldukça dindar biri olan Albrecht Dürer, hayatının farklı dönemlerinde resmettiği üç otoportresinin sonuncusunda kendini tanrının (İsa’nın) yerine koyarak resmetmiştir. İslam tezyinatında hat sanatını icra eden hattatlar ise mükemmel olanın yalnızca Allah olduğu düşüncesi sebebiyle hatlarında mutlaka bir kusur bırakmışlardır. Bir benzeri örnek olarak minyatür sanatında perspektif, ışık, gölge, derinlik olmamasının sebebi de aynıdır. Bütün örneklerde görüldüğü üzere her iki medeniyetin tanrı tasavvurundaki farklılıklar sanatına yansımıştır. İşte tam da bu sebeple, sanattan söz etmeden evvel hangi sanattan söz edeceğimize karar vermeliyiz. Peki sizce hangi sanat?
GENÇ'ın Yazısı.