Zeynep Şule

Mevlid Kandili vesilesiyle Ayasofya’ya gittim. İçeride biraz dolandıktan sonra kadınlar mahfilini ararken bir amca ve teyze gördüm. Amcayla göz göze gelince, “Kızım, kadınlar kısmı nerede?” diye sordu. “Beni takip edebilirsiniz.” dedim. Teyze amcanın koluna girmiş, birlikte yavaş yavaş yürüyorlardı. Teyzenin gözleri görmüyordu. Yanlarına gidip, “Amca teyzeyi bana emanet et istersen” deyince, “Çok uzaklaşmayın ama” dedi. Teyzeyle girdik kol kola. “Gel ön safa geçelim teyzem.” dedim. O da güldü, “Geç geç kızım, biz hacda umrede bulduk birbirimizi. Burada mı bulamayacağız?” dedi, gülüştük. 

Teyze güzel giyimli bakımlıydı, amca da öyle. Sanki bu imtihan onları birbirine daha çok bağlamış, onlardan da hiçbir şey götürmemişti. Oturduk, namazı beklerken tanıştık. Sohbet ilerlerken yirmili yaşlarında göz sinirlerinin yavaş yavaş kuruduğunu sonrasında hiç göremediğini söyledi. 
 
“Umre bana âmâ olduktan sonra nasip oldu, hem de Ramazan umresi.” dedi. “Biraz anlatsana teyzem, dokundun mu Kabe’nin örtüsüne?” dedim. Duygulandı. “Dokunmaz olur muyum, herkes görebildi ama ben göremedim. Dokundum öptüm.” dedi ve ekledi, “Bir seferinde Efendimiz’i ziyaret etmek için sıradaydık, ilerledik. İnsanların seslerinden anladım ki, önündeyiz. O sırada bir koku sardı beni, mis gibi bir koku. Anladım ki, Efendimiz yanıma geldi. Kokusunu içime çekiyorum, geri bırakmıyorum, ağlıyorum. O kadar güzeldi ki… Sıra ilerledi, oradan çıktık. Amcana sordum ama kokuyu almamış.” Ağladı ama gözyaşı akmadı gözlerinden. Biraz durduk ve beni yine içimi sıkıştıran sorularımla baş başa bırakacak şu cümleleri söyledi: “Başlarda çok üzüldüm, kabullenemedim, evimiz sahile beş dakika mesafede ama ben gitmiyorum. Gitsem ne olacak ki, göremiyorum orada. Deniz ya da başka bir şey var, fark etmiyor. Sürekli camilerdeyim artık. Burada huzur buluyorum. Mağazalar, gezip tozmalar benim için anlamsız. Göremiyorum orada, yapacak hiçbir şeyim yok. Camide değilsem evdeyim. Hem amcan bana ev telefonu kullanmayı da öğretti. Beşin altında bir nokta var. Onu bulunca biliyorum ki, üstünde iki altında sekiz var. Herkesi de arayabiliyorum” 
 
Bu cümlelerden sonrasını tam hatırlayamıyorum. Zira son cümle beynimde dönüp durdu, teyze de sustu zaten. Bu nimetler öyle yaratılmış ki, biri gidince hepsi anlamını yitiriyor. Görme nimeti elimizden alındıktan sonra mağazaların, almak için para biriktirdiğim kıyafetlerin, renkli eşarpların, gitmeyi hayal ettiğim yerlerin bir anlamı kalmıyor. Tat alamayan biri için nerede ne yediğinin, yemeğin tadının, kafelerin, dilimi pahalı pastaların, özel vakit ayırılan yemek işinin hiçbir önemi yok artık. İş diyorum çünkü bu onun için artık yaşamak için yapılan bir iş.
 
Yaptığım çoğu hatanın hemen ardından bir an yaşıyorum ve yapboz tamamlanıyor. Rabbimin hoşnut olup olmadığını hissettiğimde tüylerim diken diken oluyor. Ben o gün gitmeden önce saatlerce bir şeyler izlemiştim. İkindi vakti geldiğinde bu davranışım kalbimi tırmalıyordu. Zamanımı israf ettiğim için üzgündüm. Hazırlanıp Ayasofya’ya gittim ve cevabımı aldım.
 
Bu gözler hâlâ görüyorsa bir gayesi, bir görevi var. Bu emanet benden teslim alınana kadar hesabını verebileceğim şekilde kullanmalıyım. “İyilik, güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu hâlde insanların bilmesini istemediğin şeydir. (Müslim, Tirmizi)” 


GENÇ'ın Yazısı.