Süleyman Çınar
Üsküdar’ın tarihi sokakları arasında kaybolmuştum. Çeşmeden akan su misali sokak, cadde seçmeden süzülüyordum. Antika eşyalar gibi sokaklara serpiştirilen ahşap evlerin arasında mâziyle ahdimi tazeliyordum. Güz aylarının tatlı serinliğinde çiseleyen yağmur her nefeste tekrar diriltiyordu.
Kaldırımları arşınlarken bir pasaj gördüm. Biraz dolanırım diyerek daldım. Hafif basık, dükkânların sıkışmış koliler gibi dizildiği bir mekândı. Alıcı gözle olmasa da bir turist şaşkınlığıyla koridorları arşınlarken belli belirsiz bir hayal geçti gözlerimin önünden. Bir sahaf görmüştüm sanki. Evet evet, bir sahaftı. Gözlerim beni yanıltmıyordu. Geldiğim yöne dönmek için sürünürken zaafımın karşısında dikilirken buldum kendimi. Çok geçti artık, içeri girmememin imkânı kalmamıştı.
Hoş, minik bir dükkândı. Sahibi de o derece hoşsohbet. Yine mukayyet olamadım kendime, pek çok kitap seçtim.
“Amca, ne kadara bunlar?”
“Madem öğrencisin evladım. Tanesi beş lira sana.”
Kitapların çoğu sıfırdı, pek çoğu da az yıpranmış. Öyle deyince Karun’un hazinesine erişmiş gibi sevindim. Hermann Hesse’den Milan Kundera’ya, Turgenyev’den Hemingway’e doğru bir yolculuk yaptım.
Sırt çantam doldu. Amcaya baktım, yüzünde iyilik yapmanın huzuru vardı. “Okuyun oğlum” dedi, “Okuyun, gençler okusunlar diye bekliyorum bu dükkânı…”
GENÇ'ın Yazısı.