Süleyman Çınar

Çocuklarla iletişimi, münasebeti, onlarla anlaşma ve onların dilinden konuşma yollarını önemsiyorum. Onlara bir şeyi iyi, güzel, kalıcı, doğru ve eksiksiz nasıl anlatabilirim, onun sancısını çekiyorum. Bunun için de gol pası arayan forvetler gibi elime geçen fırsatları değerlendirmenin gayretindeyim. Zira onlara öğretirken, onlarla muhabbet ederken onlardan ziyade ben öğreniyorum. 

Geçen sene Ramazan’da bizim minik afacanlar, ikiz yeğenlerim Ahmet Ali ile İsmail Emir (10) tam tekmil oruç tutmaya niyetlendiler. Ne oruca direk vurma ne tekne orucu ne de orucu satma vardı artık. Büyükler gibi tutacaklardı. Eee, ne kadar gözleri ekranın içinde, oyunların çevresinde dört dönse de kuyrukları muzırlıklara takılsa da verilen mesuliyetlerden tatlı tatlı sıvışsalar da adam oldular neticede. 
 
Ahmet Ali oruç tutamayacağını hissetmesine rağmen sahura kalkıp oruca niyetlenmiş. Lakin gündüz pek iyi hissetmemiş kendini ve rahatsızlığından ötürü orucunu bozmuş. Tabii, çocuk hâliyle ne yaptığının ya da yaptığının neticelerinin ne olduğunun farkında değildi ama bunun yanlış bir şey olduğunu da bilmesi gerekiyordu. Ben de bu konu üzerinden biraz da anoloji yaparak muhabbet ettim onunla. Şöyle bir diyalog geçti aramızda:
 
“Ahmet, çok sevdiğin bir arkadaşınla pikniğe gitmek, oyun oynamak ya da birlikte herhangi bir faaliyet için sözleşseniz ama sonradan bu sözünden caysan o arkadaşın sana küsmez mi?”
 
“Küser dayı…”
 
“O arkadaşın seni sözünde durmayan biri olarak görür ve seninle herhangi bir yere de gitmez, herhangi bir faaliyet de yapmak istemez artık, değil mi?” 
 
“Evet dayı, sözünden caymak çok kötü bir şey…” 
 
“Çünkü çok önceden sözleşmişsiniz ve ona gideceğiniz zaman ben gelmiyorum diyorsun. Olur mu, sana yakışır mı böyle bir şey?”
 
“Olmaz dayı, yakışmaz…”
 
“İşte oğlum, oruç da bize Rabbimizin gönderdiği bir arkadaş. O her sene Ramazan’da buluşmak için sözleşiyor bizimle. Onu güzelce karşılıyoruz. Onunla her gün sahurdan iftara kadar arkadaş oluyoruz. Bu da yemeden, içmeden, kötü davranışlardan sakınarak oluyor. Eğer yersek, içersek -hani biraz önce anlattığım örnekteki gibi arkadaşımıza verdiğimiz sözden cayarsak- arkadaşımızın darıldığı gibi darılır bize. O zaman da arkadaşın sana küstüğünde onunla barışmak için ona hediye verdiğin gibi oruca da bir hediye sunman gerekir. Bu hediye de altmış bir gün onunla olmayı gerektirir. Yani barışmak için altmış bir gün oruç tutmamız gerekir.”
 
“Ama dayııı, ben hasta olduğum için verdiğim sözü bozmak zorunda kaldım…”
 
“Tamam oğlum, bak şöyle yapalım o zaman. Sen arkadaşınla sözleşirken hastaysan ona söz veriyor musun?”
 
“Hayır dayı…”
 
“Peki, hasta olduğunu söylediğinde arkadaşın ne yapıyor?”
 
“Tamam, iyileşince oynarız, diyor.”
 
“İşte oğlum, oruç da bize aynılarını söylüyor. Hastaysak sahurda yani oruç arkadaşımızla sözleştiğimiz vakitte ona diyeceğiz ki, “Ben bugün sana söz veremem, hastayım ama söz, iyileştiğimde tutacağım seni.” Hastalandığımızda arkadaşımızın bize hak verdiği gibi o da hak veriyor bize. İzin veriyor. Hastalandığımızda yanından ayrılıyoruz ama iyileştiğimizde yeniden buluşuyoruz.”
 
“Anladım dayııı…” dedi içi gülen gözlerle. Anlamanın verdiği huzuru, anlaşılmanın verdiği tatmini, yanlış davranışından dolayı kızılmadığının sevincini, belki de her şeyden öte kendisine bir büyük gibi davranılmasının tarifsiz güzelliğini yaşadı, kim bilir?
 
Ne yaparsa yapsın, hangi hatayı işlerse işlesin; yaşı, cinsiyeti, bilgisi ya da muzırlıkları ne olursa olsun, her çocuğa bir beyefendi/hanımefendi gibi yaklaşmak gerekiyor. “Çocuktur anlamaz, çocukluğuna vermek lazım, anlatsan ne anlayacak ki…” gibi üstenci, tahfif edici, küçük gören bir dil ile “Bunu nasıl yaparsın, kaç defa söyledim, dilimde tüy bitti…” gibi cezalandırıcı dil arasında kaybolmamak, itidali bulmak gerekiyor. Cezalandırmak ya da tahfif veya tahkir etmek işin kolayına kaçmak ve belki de çocuğu ebediyen kaybetmek anlamına geliyor. Zira çocuk, anlamadığını/anlaşılmadığını hissettiği münasebetlerinde duvar örer ve o duvarı yıkmak, ona ulaşmak bir daha mümkün olmayabilir. Onu anlamaya gayret edersek; yaşına, seviyesine, gelişimine, ilgisine, merakına, hâline göre mesuliyetler verir ya da cazibedar bir şekilde anlatırsak her çocuk anlar. Şöyle denir hatta: “Anlamayan öğrenci yoktur, anlatamayan öğretmen vardır.”
 
Efendimiz’in çocuklara muamelesi, çocuklarla münasebet bakımından en temel örnek. Efendimiz hiçbir zaman bağırmamış, tartaklamamış. Günümüzün delişmen, külhanbeyi; kendini her şeyin kural koyucusu, yargılayıcısı ve infaz edicisi olarak gören kır delikanlıları ya da beli bükük ama sopasıyla oraya buraya ilişmekten çekinmeyen yaşlıları gibi onlara kızmamış, onları camiden kovmamış. Çocuklara yakınlaşmaya, onları anlamaya, dertleriyle hemhâl olmaya çalışmış. 
 
Her çocuk kendine özgü bir kilit gibi, önemli olan onu açacak anahtarı bulmak. “Seninleyim. Karşında değil, yanındayım” algısını çocuğa dolaylı olarak hissettirmek, hayatı tanıma ve keşfetme yolunu birlikte yürümek bu kilidi açmaya vesile olan anahtarlardan biri. Bu, çocuğu olgunlaştırır, donatır ve ona farkındalık kazandırır. Değerini hisseden, saygı duyulan çocukta özbenlik, özgüven, özyeterlilik bilinci ve akademik benlik algıları gelişir. Sarıldığı, giriştiği işlerde, oynadığı oyunlarda, derslerinde, sınavlarında, aile kurduğunda, sosyal münasebetlerde ve mesuliyetlerde aktif, katılımcı, yapıcı, rol oynayıcı, girişken, sağlam bir duruş sahibi olur. 


GENÇ'ın Yazısı.