Seher Altınpınar
“Geçen yıllar, ömrün en iyi yılları ne olacak? Yaşadın mı yoksa yaşadığını mı sandın?” sözleri yankılandı tren garında. Hızla sesin geldiği yöne baktığımda genç bir kıza takıldı gözlerim. Tren hareket edince onu daha fazla görmek adına geriye yürüyor, onu seyrediyordum. Ta ki bir aynaya rast gelip de kendi yüzümü görene kadar. O görüntü ile birlikte genç bir kız değil de bir ihtiyar olduğumu fark ettim. Aynanın sol üst köşesinde şöyle yazıyordu: “Zaman daralıyor…”
Yerinden kımıldayamayan ayağına bağlanmış prangayı fark etmez. Böylece direnmenin nasıl bir duygu olduğunu unutur. Zira rüzgârın kuvvetini ancak ona karşı yürüdüğümüzde, ayaklarımız yerden kesilirmiş gibi olduğunda hissederiz. Saplantılı bir zaman hastalığı “hiç zamanımız kalmadığını” telkin ediyor. Artık hepimiz hız putunun dostları, Sabbah`ın fedaileri gibiyiz. Yalnız bir farkla: Başımızı döndüren, bizi sarhoş eden şey hız; tuzak kurduğumuz ise kendi hayatlarımız.
Tükenmişliğin son demlerinde kendi mutsuzluğumuzdan kaçmak için daha çok hızlanıyoruz. Zira acıyı unutmak hızla mümkün oluyor. Hatırlamak istemediğimizi artık uyuyarak değil, hızlanarak unutuyoruz. Peki, bu hız yaşamdan mı kaçış yoksa ölümden mi? Hız, bir bakıma ölümlülüğün farkına varmayı engelliyor lakin unutulan şey, zihinsel zaman hızlanırken duyguların zamanı kendi yavaş ritminde ilerliyor. İkisi arasındaki yarık hızla büyüyor. Görmezden gelinen, işlenmemiş duygular huzursuzluğu büyütüyor.
Huzursuzluktan kaçmak için daha da hızlanıyor, uzağa düşüyoruz ve sonra elimizdeki aynadan geçmişe baktığımızda kocaman bir boşluk görüyoruz. Sevdiklerimizi yeterince sevmediğimiz, içimizde var olan duyguları sözcüklerle dillendirmediğimiz, bir hikâye yazmadığımız için suçluluk hissine mağlup oluyoruz.
Hız gibi teknoloji de hayatın kendiliğindenliğine, doğallığına müdahale ediyor. Atlı arabadan trene geçmekle manzarayı izleme biçimi köklü bir değişiklik yaşatıyor. Zaman da mekân da farklı algılanıyor. Geçtiği yerlerin ses ve huzurunu içine çekerek değil, bir pencerenin izin verdiği kadarını, kısacık bir zaman içinde görerek seyahat ediyoruz. Bir insana, sabah güneşine, bir kuş sesine değemiyoruz. Bedenlerimiz bu hıza programlı olmadığından ağır ağır çözünmeye başlıyor, hız uyuşturuyor. Böylece her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Dostumuzla sohbetteyiz ama sohbet ağının da ucundayız. Bütünlük duygusundan uzaklaşarak parçalara ayrılıyoruz.
Hayatın ritmini hızın ritmine ayarlayan küresel bir rüzgâr dünyaya yayılıyor. Tren yol almaya devam ediyor. Yorulan duygularım kafamın içinde büyüyor. Bütün anılar mimari bir düzenle üst üste yığılmaya başlamadan telaş ve aceleciliğe inat, teenni ve sükûnet topluluğunu diriltmemiz gerekiyor.
Algılanan bir görüntü, iki kelimelik söz zamana raks ettiriyor. Aynadaki genç kız sesleniyor: “Saatlerini doğanın ve iç dünyanın çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler eve mutlu dönebilirler. Ölüm beklemez. İşte poz veriyorum, dokunun zamanın deklanşörüne...”
GENÇ'ın Yazısı.