Berna Akın
Türkistan’ı zikredeceğiz, dediğimde kalemimin nefesi kesildi. Bir ölüm hâli çöktü varlığına. Oysa ölüm canlılar için değil miydi? Bu telaşı, bu hüznü nedendi? Hâlinin sebebini anlamlandırmaya çabalarken şairin mısralarıyla beyan etti kalemim: “Velhasıl uzun sözlere hiç gerek yok / Dil hicabından lal olmalı seni anarken” Haklıydı, utandım. Fakat yazmadığı bir şey vardı. Karacaoğlan diliyle anlattım meramımı: “Kadrini bilmeyenler alır eline / Onun için eğri biter menekşe.” Zarif çiçeğimizi, menekşemizi doğrultma vakti. Vefakâr ellerde can bulmalı ata yurdun münevver geçmişi.
Kalem yazdı bu sefer: Türkistan’dan bahsedeceksek aşk çeşmesinden su içmeden olmaz. Aşk şiddetli muhabbet, yaratılış sebebi, sevginin son mertebesi, sarmaşığın hâli gibi sevgiliyi kuşatan zayıflatan ruh hâli... Aşkı bereketli Türkistan topraklarına eken, ektiğini yine aşkla besleyen Türkistan’ın Piri Ahmet Yesevi’yi yazmalı şimdi. Varisi Muhammed diyor ki: “Her sabah ses geldi kulağıma, ‘zikret’ dedi / Zikredip yürüdüm ben işte / Aşksızları gördüm ki, hep yolda kaldı / O sebeple aşk dükkânını kurdum ben işte.”
Yazmalı evet; aşk dükkânını kuran Yesevi’nin soydaşlarımızın gönüllerini aydınlattığını, insanı kâmil sıfatını hakkıyla taşıdığını, hikmetli sözleri ile gönüllere hu dedirttiğini… Böylelikle tarih, aşk suyunun toprağının haristandan gülistana, gülistandan Türkistan’a evrildiğine şahit oldu. Mürekkebin onca şeyi yazarken kuruması heyecanından mıydı yoksa Pir’in mertebesini yazacak gücü kendisinde bulamamasından mı, bilemedim.
En güzel, en nadide kelimeleri seçmeli ata yurdu Türkistan için. Her cümle Türklerin ilk kez İslam`la şereflendiği ilim irfan topraklarına sefer etmeli. Bağrında güzide tarihimizin inşasında en sağlam temelleri atan Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacib, Edip Ahmet’i yetiştirdiği için her nefeste teşekkür etmeliyiz Türkistan’ımıza. Çinlilere karşı verdikleri eşsiz mücadeleyi besmeleyle anlatmalıyız.
Artık yaşadığımız ana dönmeli yüreğimiz. Bu zamana, şimdiki Türkistan’ımıza... Birdenbire şiddetlendi kalemim. Derinlerinden mürekkep yerine kan akıyordu adeta. Şunca zaman zulmü yazmadığı için belli ki vicdani bir sızı vardı içerisinde. “Sesimizi duyan var mı?” Dipten sarsan bu çığlığın bir afet bölgesinden değil de yollarca uzak ancak bir o kadar yakındaki Türkistan’ımızdan geldiğini anlayınca utandı. Çığlığı geç ulaştıran rüzgâra sitemi vardı. Acının, asimile oluşun, yaşarken ölmenin, acziyetin çığlığını çarptı yüzümüze rüzgâr.
Yazdı, kelamını tüketti kalem. Yorgundu, üzgündü, acı içerisinde kıvranıyordu. Anladım ki, Türkistan’ın yaralı doğusundan bir kardeşim onu eline alıp özgürlük resmini çizmedikçe görevine devam etmeyecekti. Şüphesiz her kalem soylu Türkistan’ın özgürlüğünün resmini çizecek bir gün. Her göz güneşin aşkla yurdumuza doğduğunu görecek.
Ey Türkistan; dilimin duası, gönlümün yarası! “Al bayraktan gök bayrağına selamımız var…”
GENÇ'ın Yazısı.