Seher Altınpınar
Sessizliğe bürünmüş bir ikindi vaktiydi. Hafif hafif esen rüzgârın çıkardığı narin uğultudan başka hiçbir şeyin duyulmadığı bir an, gür ama bir o kadar da cılız bir ses mezarlığı andıran sükûtu yardı. Yüzünü görmediğim ama sadece sesiyle hissedebildiğim bir çocuk tepenin derinliklerinden, "Şeker Dede" diye bağırdı.
Görmeden de hissedebilmek en güzel nimetlerden biriymiş, dedim. Çocuk ilk seslenişine ekleyerek, "Şeker Dede bizimle oynar mısın?" diye çağırdı adamcağızı. Sonrasını hatırlamıyorum, çok da gerek yoktu zaten. Bu yumuşacık sözün muhatabı; avuç avuç şeker dağıtan, muhakkak her sabah saat yedide evinden ayrılarak tepe düzlük demeden yola koyulup gelen yaşlı bir dede idi. Çok geçmeden bir avuç şeker bölüverdi izlediğim manzarayı. Gerçekten de şekermiş dedim içimden.
Müsaade isteyip oturdu yanıma. “Nerelerden gelir, yüreğine neler doldurursun yolcu?” dedi. Bir hayli heyecanlandım, zihnimi yoklayayım derken nahif sesiyle bir türkü mırıldanmaya başladı. Sesi, manzaranın güzelliğiyle tamamlanmıştı sanki. Sonra birden durdu. “Bilir misin yolcu, acı ansızın bastıran bir sağanak gibidir. Ne kaçabilirsin ne saklanabilirsin. Bak sen de kaçamadın.” dedi ve anlatmaya başladı:
“Takvimler 1943 senesini gösteriyordu. Kıbrıs henüz ikiye ayrılmamıştı. Arkadaşlarla bir meyhanede oturuyorduk. Hemen limanın yanı başı, bilirsin belki Mağusa Limanı. Bizim Ali zamanki gibi girdi meyhane kapısından içeri. Güçlü kuvvetliydi Ali`m. İçeriye girip de yedi Hintli askeri orada görünce dondu kaldı bakışları. İngiliz sömürüsündeki o yedi askerin lakayt tavırlarına dayanamadı. Çok söyledik terk et buraları, sana rahat vermezler dedik ama kaçmak aklına dahi gelmedi. Ertesi gün 7 Hintli asker, Ali`nin gelişini bekliyordu. Sürükleye sürükleye Ali`yi çalıştığı limana, Mağusa’ya götürdüler.
Eşine haber çoktan uçmuştu bile, çıldırmışçasına geldi limana. Ali son sözlerini mırıldanıyordu: ‘İskeleden çıktım yan basa basa / Mağusa’ya vardım kan kusa kusa…’ O günden sonra geldim bende buralara, bu tepeden ah ederim işte. Sakın ha! Varsa zulme karşı dimdik duran bir er, yalnız bırakmayın. Biz dikilemedik karşılarına, göğsümüze ateş bastık. Siz göğünüzü, göğsünüzü yangına teslim etmeyin"
Ağlayarak ayrıldı yanımdan. Ne ağlayabildim ne de sustu gözlerim. Koca bir enkaz bırakıp uzaklaştı Şeker Dede. Hayat böyleydi işte, düşüyorsun sonra kalkıp yeniden başlıyorsun. Şeker Dede’nin anlattıklarıyla düştüm bugün ama bu sefer farklıydı, kalkamayacağımı ilk defa bu kadar çok yakından hissettim.
Alışmıştım her seferinde kalkmaya, bu sefer olmadı, öylece kaldım. Ta ki düşmenin de bir şey olduğunu anlayana kadar, düşerek büyüyen bir çiçek olduğumuzu kavrayana kadar. Velhasıl demek ki her düşüş bir doğuma gebeymiş. Peki doğan ne? Elbette kendimiz. Kalkamadığımız yerde yeniden doğduk. Ümitsiz, çaresiz kaldığımız o anda gerçekten var olmayı öğrendik.
GENÇ'ın Yazısı.