Ayşe Koç
“Yollar uzun yollar ince / Yol kısalır aşk gelince / Yat kurban ol İsmail’ce / Bıçak senden incinmesin” demiş üstad Karakoç. Peki, biz hangi yolun yolcusuyuz? “Soru-n”umuz giderek büyüyor. Öyle ki içimizde kapladığı alandan kalbimize yer bulamıyoruz. Şimdi dümdüz gitmeliyiz dersek hangi düzlük? Sağa dönsek ne zaman? Sola doğru manevra yapsak kaçıncı sol? Yürüsek? Evet evet en iyisi yürümek… En iyisi bir şeyleri helak etmeden istikametten şaşmamak. En iyi istikameti bulmak. Nedir sorusunun cevabını aramaktansa sorunun kendisini yoklamak. Tüm soru havuzunu bir araya getirip onun varlığında yok olmak. Öyle ya! Varken yok olmak, hepken hiç olmak. Ne garip laf. Ne tuhaf hal ve ne imkânsız bir oluş… Mu? Hayır, değil! Yapmamız gereken yalnızca oldurana şükredip oldurmadıklarına hamdetmek. Sonrasında bir tutam hüzünle yoğurduğumuz cüssemizi, bizi var edene adamak ki hepimiz birer İsmail olabilelim. Çünkü hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için. O hâlde kahrolsun mu kapitalizm? Ve mekanizmalar, sayaçlar, mavi ekranlar, karton bardaklar, renkli ışıklar, renksiz betonlar…
O hâlde kahredelim mi yüzyılı ya da kendimizi? Hayır hayır, yalnızca yalnızlığı kahredelim. Merhem olmak için çabalayalım. Çaba demişken belirtmek isterim. Benim de bir çabam vardı ancak orta yerinde kayboldu. Üzgünüm. Onu tutmayı oldukça istedim ve uzun süre ipin ucunu bırakmadım. Denedim, denedim… Ve bu eylemi tekrar ettim. Nasırlaşan bölgelerimi tedavi edemeden yenileri oluşmaya başladı, engel olamadım. Her şeye kadir olamadığımı anlamam için bu kadarı kâfi geldi. Bazı şeyler olacaktı ve bazılarını hiç olduramayacaktım. Bıraktığımda, ellerim özgürlüğüne kavuştuğu anda duygularım kuş gibi havalanırken ne kadar yükseklikten düştüm, bilemiyorum. Bir şeyler kırıldı, onu da seçemiyorum. Eksikliklerin olduğunu sezebiliyorum. İç kırıklık, kemiklerimden ziyade iliklerimi incitiyor. Arada tırnak bitimlerim ağrıyor, kirpik diplerim sızlıyor.
Yanlış anlamayın, vazgeçmiyorum. Eğri otursam da doğru anlatayım. Sadece geçiveriyorum, dünyadan. -Ondan önce kendi yolumdan.- Bedenimi bu semtten diğer semte aktarıyorum. Durağa doğru ilerliyorum. Ah, otobüs geldi. Koşsam yetişir miyim? Hâlâ duruyor, yolcular da kalabalık. Ya yetişemezsem. Ya koşar çaba sarf eder ve binemezsem. Durakta bekleyenlerden utanıp köşeye sinerek diğer otobüsün gelmesi için dua edersem ve o duyguyla yerin dibine girersem. Ya o hızda ilerlerken düşer bir yerlerimi yaralarsam ve herkes bana bakarsa. Ya kimse bana yardım etmezse ve öylece olduğum yerde ağlamaya başlarsam. O hâlde sadece yürüyeyim ve diğer otobüsü bekleyeyim. İyi de otobüs hala önümdeyken niçin bırakıp diğerini beklemeye kendimi hazırlıyorum?
Hiç mi ders almadım annemden. “Geç kalırsan en fazla ne olur?” diyen psikologdan. “Ucunda ölüm mü var?” diyen babamdan ve geç kalmışlığıyla yaşayabilen şairden. Hiç mi bir şey öğrenemedim Anadolu’da savaşmış onca erden ve tarihe iz bırakan öncülerden. -Çabamı bulmayı dert etmeden derdimi alıp gitmeliyim buradan.-
Koşuyorum, öylesine değil! Ancak… Otobüs çok uzak, yetişemeyeceğim. Her şey beyhude, son yolcu da bindi. Şimdi… Gidecek. Nasıl! Hâlâ duruyor. Sanırım şoför beni aynadan gördü ve beklemeye karar verdi. Nefes nefese kaldım, yine de adım atacak kudretim var. Köşeye oturacağım.
Şimdi olayı nasıl anlamalıyım? Ya ben koşacaktım otobüse yetişecektim ya yetişemeyecektim ve bekleyecektim ya da hiç çaba harcamadan öylece yürüyecektim. Ben çabaladım ve otobüs durdu mu? Benim çabamdan münezzeh duracak mıydı? Ben çabalamasaydım durmayacak mıydı? Çabam ve otobüsün durması arasındaki denklem nedir? Sanırım ben çabaladım ve Allah yardım etti. Rabbim ve şoför bey, teşekkür ederim.
GENÇ'ın Yazısı.