İmam Hatiplinin Aşkı Başkadır
Mart 2010 Yazı Atölyesine Gelen En İyi Yazı
Bahattin Karakuş
Bir genç adam... Adı Mazruf. Ayakkabıları yeni boyanmış bir delikanlı. Yolu İmam Hatip’e doğru. Çamurun paçalarına sıçramaktan çekindiği bir pantolon ayağında, belli ki yine onun için hazırlanmış. Yine durakta her zamanki yerini almış, iyi ki bu durak var da yolunun üstünde, her sabah Onun gelişini beklerken içindeki depremlerini tentenin altına gizleyiveriyor etraftan. Durak sırdaş ona, hayran hayran seyrediyor gencin aşkını. Üzerine sözde aşkını yazan içi boşaltılmış tiplerden değil bu genç biliyor… Onun sevgisi çok daha yukarılarda bir yerlerde. O genç sevgisini durağa karalasa biliyor ki durak olduğu yere yığılıverecek. Bu taşınması zor yükü, göğsünde bir yara gibi taşıyor. Onu her daim iffet örtüsüne bürüyüp, Rabbinin bu paha biçilmez lütfunu mahşere hakkıyla taşıyabilme ümidiyle saklıyor...
Bir hadis-i şerif geçiyor sadrından: “Ümmetimin üstün olan kimseleri, aşk belasına maruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir.” Sağlam bir kalesi var onun, edeb. Kalenin duvarlarıysa hayadan ibaret. İmam Hatip’in adını ayağa düşürmeyecek, aksine en yücelere yazdırmak için çabası. Dışı binbir güzellikle bezenmiş süslü meyvelerin bazıları çok acı tat verir, hatta zehirler bazen insanı. Bunu düşündükçe şeytanın o zehirli oklarına karşı biricik kalkan yapıyor imam hatipli şuurunu. Benim diğerleri gibi olmamam gerek, eğer ben imam hatipli olacaksam, önden giden, bu dine delil, rehber olan, benim ayaklarım çamura saplanırsa koca bir nesil de ardım sıra saplanır kalır bu bataklıklara. Sonra sevgiyi yaradanın bizzat kendisi sormaz mı o dehşetli günde “En değerli emanetimi, uğruna bütün yokları var ettiğim sevgi cevherini ayaklar altına nasıl saçabildin” diye?
Bir öykü tutuluyor yüreğine... Kays olmasa diyor, Leyla olur muydu? Leyla olmasa Kays yine Mecnun olur muydu? Leyla sesleniyor yakınlarda bir yerlerden: “Şüphesiz ben onu daha çok sevdim.” Genç şaşkınlık içinde? Nasıl olabiliyor diyor? Delilin ne öyleyse Leyla? Mecnun ki senin için çöllere düştü, aşkını yedi düvele duyurdu. Sen nasıl olur da daha çok sevmiş olabilirsin onu? Leyla daha da yakından seslendi: “O mecnun ki kendini dağa taşa vurdu, haykırdı aşkını, vahşilere, kurtlara, kuşlara dil döktü, onlarla yoldaş oldu, ceylanlara aslanlara sokuldu, nihayet dillendirdi aşkını. Oysa ben, bu kocaman kor parçasını içimde taşıdım hep, büyüttükçe büyüttüm, içimi yaktıkça yaktı. Öyle bir hal aldı ki sevdam, sinemde saklasam sinem tutuştu, atayım desem sönüverecekti oracıkta. Taşıdım ve yandım bu aşktan... Sessiz bir kandil gibi yandım, tükenmek pahasına da olsa sessizce yandım. Bu aşkı başkalarına desem sönüverecekti belki aşkım, bu mahrem ateş ki en ince rüzgarda son bulacaktı. Her bakıştan, her nefesten gizler oldum onu. Şimdi sen söyle Mazruf: Mecnun mu çok sevdi, yoksa ben mi?”
Bir burukluk çöküyor kaşlarına, ince bir hüzün tam gözlerinin tenhasında, düşünüyor... Bu kimbilir kaçıncı sabah onu bir an olsun uzaktan görmek için beklediği. Hususi olarak bakmaya cüret edecek değil oysa, sadece bir tevafuk bekliyor. Ve kimbilir kaç okul çıkışında daha kendini, kendinden çok sevgisini gizleyerek uzaktan izleyecek onu... İzlemek dedikse, bakmak değil. Bakışlarıyla incitmekten korktuğu bir gül gibi düşünüyor, adeta bir rabıta yapıyor ona. Öyle bir nesil ki, okul çıkışında adeta görünmez bir asa, öğrenci kalabalığını ikiye bölüyor. Yol ikiye bölünmüş ve ortasından iffetten bir kalkan, yolun bir yarısında erkek öğrenciler, bir yarısında ise kız öğrenciler yürüyor. Kaçamak bakışlar yok, hele ki yolun karşısına geçmek asla. İmam hatibe giden bu en uzun, en dikenli ve en çok acıtan yolda her adımda biraz daha eziliyor adeta ürkek bakışları. “Mahcup olmak mı gerek hakikaten? Sevgi ele avuca sığacak birşey olsa yasaklanırdı elbet. Öyleyse hakkını vermeli bu mukaddes emanetin, en değerli muhafazayla, yani iffet örtüsüyle, ar perdesiyle saklamak gerek” diye geçiriyor içinden...
Bir tevafuk bölüyor aniden içten içe süren sorgularını... Bir bakış, birdenbire, hesapsızca. Aman yâ Rabbi, bu o işte. Sabah ve akşam günlerdir peşinden koştuğu tecelli, nihayet karşısında beliriyor. O ki tesettürünün hikmetiyle, yüzüne Muhammedî nur sirayet eden ve bir bakıştan fazlasına hiçbir insan gözünün tahammül edemediği sevgili. O da, Mazruf da hızlıca çeviriyor başını. Biliyorlar ki ikinci bakış, yakmak demek, kirletmek, tüketmek demek sevgiyi. Hiçbir zaman ikinci kez bakamadığı sevgilinin yüzünden hızlıca kaçırıyor gözlerini. Asfalta çakıyor Mazruf aniden bakışlarını, asfaltsa parçalanmak üzere yüreğinin titremesinden. Göğe kaldırsa gözlerini dayanabilir mi gök kubbe erimeden bu bakışa? Bu bakış ki edeb bakışı. Allah’tan korkusuyla menzili değişen bu bakışlar ki, belki Allah katında bütün bir cehennem ateşini söndürecek kadar tesirli... Allahu a’lem.
Şimdi daha iyi anlıyor kendisine neden Mazruf ismi verildiğini... Mazruf, örtülere bürünen, gizlenen, saklanan benim diyor...
Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.