Mustafa Özcanlı

Ağustos ayının ortalarına denk gelen bu sıcak yaz gününde, kavurucu yaz güneşi altında Anadolu bozkırlarını neredeyse baştan sona kat eden eski otobüsümüz, kendisi gibi yorgun yolcularıyla birlikte Anadolu’nun, bilmem kaçımızın bildiği bu ücra ilçesinin otogarına henüz  giriş yapmıştı. Uzun yolculuğun vücutlarını uyuşturduğu yolculardan bazıları,  otobüsün perona yanaşmasına fırsat vermeden ağır hareketlerle yerlerinden kalkarak yanlarına aldıkları öteberilerini toplamaya başlamıştı. Diğer şoförden otobüsü Kayseri’de devralan ve yaklaşık on iki saattir araç kullanan pos bıyıklı şişman kaptan, son bir manevrayla otobüsü yanaştırdıktan sonra kapıları açarak:
Hepinize geçmiş olsun.
 
Buna karşılık: ‘’Allah razı olsun kaptan, geçmiş olsun herkese, teşekkür ettik,  sağ ol kaptan, …’’ gibi iyi dilek ve temennileri içeren cümleler, yolcuların eşya toplarken çıkardıkları şakırtı ve tıkırtılara karışarak bir uğultu halinde otobüsü kapladı. 
 
Öndeki koltuğun arkasına sıkıştırdığım birkaç parça eşyamı yanıma aldıktan sonra tutulmuş bedenimi yavaş yavaş yerinden kaldırarak otobüsten diğer yolcularla beraber ağır ağır indim.
 
En başından beri bir an önce bitmesini istediğim yolculuk nihayet son bulmuştu.  Aslında otobüs yolculuklarını sevmiyor değildim. Hele ki bu yolculuk, çeşit çeşit iklimin görüldüğü, her biri çeşit çeşit  milliyetten olan insanın  yaşadığı ‘’Anadolu’’ denilen bu coğrafyada yapılacaksa… 
 
Benim için kafa dinlemenin en güzel yöntemlerinden biriydi yolculuk yapmak. Cam kenarındaki bir koltuğa oturup saatler boyunca her dakika değişen manzarayı hiçbir derdim yokmuş gibi izlemek, aklıma gelen şeylerin hayalini rahat rahat kurmak, bir sonraki yerleşim yerinde neler göreceğimi merak etmek… Tüm bunlar ruhumda tatlı bir hoşluk bırakmaya yetiyordu.
 
Buraya ilk gelişim değildi. Annemin anlattığına göre üç - dört yaşlarındayken bir akrabamın düğünü için bir hafta kadar burada kalmıştık. O zamana dair tek bir şey dışında hiçbir şey hatırlamıyordum: Düğün günü annemi bıktıracak kadar yaramazlık yapınca annem beni ceza olsun diye dayımın keçilerinin bulunduğu toprak dama kapatmıştı. İçerideki loş karanlıkta bana bakan bir keçinin kahverengi tüylü yüzünü ve  dik dik bakan gözlerini derin bir rüya görmüş gibi anımsardım.
 
İkinci olarak tayinimin bu ilçedeki liseye çıktığını yine bugünü andıran sıcak bir  haziran ayının  son günlerinde haber alınca bundan bir ay kadar önce  gelip resmi dairelerdeki işlerimi halletmiş, birkaç gün dolaştıktan sonra aklıma yatan bir evi kiralamış, çarşıda sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen ikinci elcileri dolaştıktan sonra evimin içini kabaca doldurabilecek eşyaları almıştım.
 
Otobüsten inince -sıcak da olsa- temiz havayı ciğerlerime şöyle bir çekip valizlerimi almak için toplanan kalabalığın arasına girdim. Saat öğlen biri biraz geçiyordu. Evimi bir ay kadar öncesinden gelip yerleştirdiğim için, içim rahattı. Bu yüzden yanıma sadece günlük eşyalarımı koyduğu valizimi ve  kolaylık olsun diye yolculuklarda  yanımdan ayırmadığım küçük el çantamı almıştım.
 
Sabırsız birkaç yolcunun –bu sabırsızlık, onların kişiliğinde mi vardı yoksa uzun yolculuğun verdiği yorgunluktan ötürü mü sabırsızlanıyorlardı bilmiyordum-  diğer yolcuları ite kaka öne geçerek bagajlarını almalarını bekledikten sonra uykusuzluktan gözlerinin altları morarmış uzun boylu, zayıf muavin çocuktan valizimi aldım. Son durakları bir sonraki ilçe olduğu için ona ve şoföre hayırlı yolculuk dileyerek otogarın insanı sıkan atmosferinde kafeteryanın birine çay içmek için yöneldim. Henüz on adım atmamıştım ki bu düşünceden vazgeçtim.  Evime gidip eşyalarımı yerleştirdikten sonra,  yaklaşık yirmi dört saat süren yolun yorgunluğunu bir nebze olsun atıp  dışarıya öyle çıkmaya karar verdim.
 
Bunda otogarın boğucu ortamından bir an önce kurtulma isteğinin de etkisi vardı. Biraz durup etrafımı şöyle bir gözden geçirdikten sonra geldiğim yönün aksine doğru,  yorgun adımlarla yürümeye başladım.
 
İçerisinde türlü türlü insanların, türlü türlü işlerle hemhal oldukları şu otogarlar ne acayip yerlerdir. Kimisi için iş yeridir otogarlar, ekmek kapısıdır.  Kimisi için sılaya atılmış ilk adımdır. Kimisi içinse gurbete açılan ilk kapıdır, sevdiklerini bir daha belki de ömürlerinin son gününe kadar görecekleri son yerdir. Büyüktür kimileri, gösterişli ve bakımlıdır; onlarca  insanı aynı anda ağırlar. Küçüktür kimisi de, izbedir; hani orada yaşayanlar da olmasa kimsenin ondan haberi bile olmaz. Her ne olursa olsun tüm otogarların bir ruhu olduğuna inanırım. İnsanları izler otogarlar, kavuşan insanların sevinçlerine tanıklık ederken onlar da mutlu olur; gurbete gidenlerin arkasında kalanların üzüntüsünü görünce de içten içe üzülürler.
 
İşte yine, kim bilir kaçıncı kez, onların birindeydim. Altı yedi peron, bir büfe, küçük bir kafeterya ve birkaç firmaya ait yazıhaneden oluşan bu küçük otogarda, otobüslerin yanaştığı yerin tam önündeki sıra sıra dizili tahta banklarda simit, poğaça satan iki küçük çocuğun sesleri; ellerinde lokum, kâğıt helva dolu paketler bulunan bir ihtiyarla onun torunu olduğunu tahmin ettiğim su satan küçük bir kızın bağrışmalarına, kimi İstanbul, kimi Ankara, kimi İzmir diye bağıran çığırtkanların sesleri, yolcuların ve yakınlarının kâh sevinçten kâh üzüntüden ağlaşmaları, araçların motorlarından çıkan homurtulara karışıp ahenkli bir ses halini alıyor, bir hengâmedir gidiyordu... Ben, buna ‘’otogarın sesi’’ diyordum. 
 
Tüm bunları arkamda bırakıp otogarın çıkış kapısına doğru yürüdüm. Sağımda, biraz önce geldiğimiz, asfaltı çoğunlukla bozulmuş halde bulunan yol, önümden geçip sol tarafa doğru hafif bir virajdan sonra düzelip bir sonraki ilçeye doğru incelerek uzanıyordu. Bu yol, ilçenin neredeyse başlangıç sınırıydı. 
 
Karşıya geçip biraz daha ilerledikten sonra beni ilçenin, kesme Ahlat taşından iki sıra kemer şeklinde örülmüş ve üzerinde ‘’Hoş geldiniz’’ yazan giriş kapısı karşıladı. Sağ taraftaki kemerin altından geçip ilçenin en büyük caddesinde ilerlemeye başladım. Bu cadde yaklaşık iki yüz metre düz gittikten sonra bitiyor,   ‘’T’’ şeklinde sağa ve sola ayrılıyordu. İlçenin çarşısı, bu üç cadde üzerindeki en yükseği üç katlı olan binaların altlarındaki küçük dükkanlardan ibaretti.
 
Etrafta öğlen sıcağının etkisinden olsa gerek pek fazla kimse yoktu. Ağustosun sarı sıcağı, her köşeye kâbus gibi çökmüş; insanların dışarıda rahatça gezmelerine izin vermiyordu. Şehri çevreleyen ve rakımı yer yer üç bin metreyi bulan dağlardan gelen hafif rüzgarın gücü de bu sıcağı kırmaya yetmiyordu.
 
Cadde boyunca uzanan dükkanların önünde ikişerli üçerli oturup çayla birlikte sigaralarını tellendiren esnafların kimilerine selam verip kimisinin de başıyla verdiği selamı  aynı şekilde ala ala caddenin sonunda gördüğüm taksi durağına doğru yola koyuldum. 
 
Şehir derin bir sessizliğe bürünmüş, öğlen sıcağını atlatmayı bekliyordu. Taksi durağına iyice yaklaşmıştım ki bu sessizliği arkamdan duyduğum ayak sesleri bir anda bıçak gibi kesiverdi. Ne olduğunu anlamak için durup  bakacaktım ki arkamdan gelen ayak seslerinin sahibi olan kişi, bir anda sol kolumda asılı olan küçük çantayı kaparak gideceğim yöne doğru hızla koşmaya başlamıştı. 
 
Ben birkaç saniye içinde kendimi toparlayıp taksi durağının olduğu yöne koşan çocuğu göstererek tiz bir ıslık sesiyle taksicileri uyardım:
 
- Çantam! Heeey! Çocuk çantamı çaldı, yakalayın şunu!
 
Taksicilerden biri, olayı gördüğü için mi yoksa benim uyarmam sebebiyle mi bilmiyorum, hemen yerinden fırladı, ufak bir koşuşturmaca ve birkaç küçük manevrayla çocuğu kolundan yakalayıverdi. Benim yetişmeme fırsat kalmadan önce ensesine sonra da yüzüne birkaç tokat  indirdi.
 
- Hikmet Abi, n’olur vurma bana abi. Söz, yapmayacağım bir daha.
-
- N’olur abi, vurma!
Koşup bir elimle çocuğun kolunu bir elimle de taksicinin kolunu sıkıca kavradım.
 
Çocuk korkudan, taksici de öfkeden titriyordu. 
 
- Hikmet Bey, yeter. 
- Delikanlı, izin ver de haddini iyice bildireyim şuna. Laftan anlamaz bu!
Diğer iki taksici ve gürültüyü duyan birkaç kişi de etrafımızı hemen sarmıştı.
 
- Fevzi’nin oğlu değil mi bu?
- He ya, onun oğlu. 
-
Taksici aradan sıyrılıp bir tokat daha indirdi. Ben çocuğu arkama alıp:
 
- Beyefendi yeter, vurmayın artık.
- Bunun babası adam değil. Adam olsa böyle mi olur bu çocuk? Geçen yıldan beri ikidir yakalıyorum bunu hırsızlık yaparken. Dayakla hakkından gelmek lazım ki aklını başına devşirsin!
 
Ben, Hikmet’e  başımla işaret yapıp onunla özel olarak konuşmak istediğimi hissettirdim. Çocuğu diğerlerine bırakıp Hikmet’le birkaç adım öteye gittik. Hikmet, yüzünde derin ve sert çizgileri olan esmer, uzun boylu bir adamdı. Aklıselim birine benziyordu. Kalın ve gür bir sesle:
 
- Anlaşılan buralarda yenisin delikanlı, ismin nedir? Ne iş yaparsın?
- Evet yeniyim Hikmet Bey. İsmim Tevfik. Şu yolun üst tarafındaki liseye öğretmen olarak atandım. Aslına bakarsan yeni de sayılmam. Babam, annem buralı ancak çok olmuş buradan göçeli.
 
- Hoş geldin, sefalar getirdin o zaman Tevfik Hoca’m. Seni burada böyle karşılamak istemezdik. Bakma bunun kusuruna sen. Aslına bakarsan çocuğun da suçu değil. Fevzi diye biri var. Babası olur bunun. Baba dediğime bakma, sözde baba. Dört çocuğu var bu adamın. En büyükleri de bu, İlyas. Diğerleri küçüktür. Bu Fevzi dediğim adam hiçbir iş yapmaz. Bu çocuğu zorla çalıştırır, getirdiği parayı da ya içki parası yapar ya da sağda solda yer. Demem o ki sen büyüklük yap, affet bu çocuğu. Ben bugün gider, Fevzi’yi bulur, durumu anlatırım ona.
 
Ben, hayatım boyunca vakur ve sağduyulu insanlardan hep etkilenmişimdir. Bir karar alacağım zaman mutlaka çevremde bu minvaldeki insanları bulup fikirlerini almışımdır. Taksici Hikmet’te de böyle bir hava mı sezinlemiştim, çantamı çalmaya çalışan kişinin çocuk yaşta olmasından mı etkilenmiştim, Hikmet’in çocuğu dövmesinden dolayı çocuğun gereken cezayı çektiğini düşündüğüm için mi yumuşamıştım bilmiyorum, dedikleri beni o an sakinleştirdi ve çocuğu affetmeye karar verdim. 
 
Aslına bakarsak o kadar da yufka yürekli biri sayılmazdım ama bir gün süren otobüs yolculuğu beni o kadar yormuştu ki bir an önce evime gidip dinlenmek istiyordum. Belki de Himmet’in beni ikna etmesinin asıl sebebi buydu. Bilemiyorum.
 
- Peki Hikmet Bey. Size itimat ediyorum ancak bu çocuğun babasıyla müsait bir zamanda ben de görüşmek isterim. Nasıl olsa artık buralarda olacağım, size bir gün uğrarım inşallah.
- Başım üstüne Tevfik Hoca’m. Allah razı olsun sizden.
Kalabalıktan bazıları ağlayan çocuğu azarlamaya devam ederken bazıları da bir daha yapmaması adına telkinde bulunuyordu. Biz, Hikmet’le aralarına girince sustular. Elimi çocuğun sıska omzuna attım:
 
- Demek şehrinize gelen yabancılara böyle davranıyorsun İlyas.
 
Kirden yer yer siyahlaşmış tişörtüne gözyaşlarını sildikten sonra  ilk defa göz göze geldik. Bu, on dört-on beş yaşlarında orta boylu zayıf bir çocuktu. Rengi kızıla çalan dalgalı saçlarının çevrelediği,  hasta insanları andıran sarımtırak bir yüz,  bu yuvarlak yüzün yanak kısımlarında belirginleşen çilleri ve yine kızıla çalan çatılmış kaşlarının altındaki kömür karası bir çift gözle derin derin baktı yüzüme. Sonra tekrar başını, suçlu ama suçundan pişmanlık duyan insanlara özgü bir ruh haliyle önüne eğdi. Taksici Hikmet:
 
- Şimdilik git, Hoca’yla konuştum. Şikâyet etmeyecek seni. Akşam babanla konuşmaya geleceğim. Bir daha böyle bir şey yaptığını görürsem, o zaman kimse elimden alamaz seni.
 
Kömür karası gözlerle bir daha bakıştık. En azından özür diler diye bekledim ama o, hiçbir şey demeden döndü arkasını ve hızlı adımlarda oradan uzaklaştı.
 
Bu olayın üzerinden aşağı yukarı bir ay geçmişti. Eylül ayının sonlarına geldiğimiz bu zamanlarda Anadolu’nun bu yüksek rakımlı şehrinde havalar da iyice  soğumuştu. Ben, çarşıda dolaşırken birkaç kez Hikmet’e rast gelsem de bir türlü fırsat bulup Fevzi`nin evine gidememiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse yaşadığım olay da ilk günkü önemini yitirmişti. Hem, taksici adamla konuştuğunu söylemişti zaten. Bir daha gidip aynı yarayı kaşımanın manası var mıydı?
 
Çiçeği burnunda bir öğretmen olarak yeni başlayan eğitim-öğretim yılında kendimi okuldaki işlerime iyice kaptırdığım için günlerin nasıl geçtiğini anlamıyordum bile. Okulların açılmasının üzerinden iki hafta geçmişti. Artık öğrencilerimle de iyice kaynaşmaya başlamıştık. 
 
Bir cuma günü sabahı yine erkenden okuldaydım. Derse henüz başlamıştım ki sınıfın tahta kapısı çalındı. Kapıyı çalan müdür muavinimizdi. Yanında erkek bir öğrenciyle birlikte içeri girdi.
 
- Tevfik Hoca’m iyi dersler. Bu öğrencimiz, okula yeni kayıt oldu. Bundan sonra bu sınıfta eğitim görecek. İsmi İlyas.
           
Müdür muavininin yanındaki bu orta boylu, kumral saçlı, sıska çocuk, o gün benim çantamı çalmaya yeltenen İlyas’tan başkası değildi. Beni fark ettiği anda o kömür karası gözlerini hemen başka yöne çevirdi.
 
Ben müdür muavinine teşekkür edip onu uğurladıktan sonra İlyas’ı sınıfın uygun bir yerine oturttum. Hiç konuşmadan yerine geçti ve onunla ilk göz göze geldiğimiz andaki gibi başını öne eğdi. Kim bilir aklından neler geçiriyordu. Acaba benden nefret mi ediyordu? Beni burada görünce okula geldiği için pişmanlık duymuş muydu? Peki ben ne düşünüyordum? Benim gözümde bir hırsız mıydı o? Nefret mi ediyordum ondan?
 
Hayır, hayır! Onu ne bir hırsız olarak görüyordum ne de nefret ediyordum ondan. Öyle olsaydı onu ilk gördüğüm zaman polisi haberdar eder, şikayetçi olurdum. O benim gözümde ilk andan itibaren hep masum biriydi. Birçoğumuza göre “Anadolu’nun uzaklarında” yer alan bu şehirde, kimimize göre artık sıradan olan zevklerin hiçbirini tatmamış masum bir  çocuktu İlyas. Onun dünyası, çevresi üç bin metre yüksekliğindeki dağlarla çevrili bu şehirden ibaretti.
 
Anadolu’da onun gibi binlercesi, yüz binlercesi vardı. İlyaslar asla kaderlerine terk edilmemeliydi. İlyasların ellerinden tutmalıydı birileri. Türlü sebeplerle önlerine eğilmiş başlarını yerden kaldırmak gerekliydi. Birileri, dünyaları İlyaslarınkinden daha geniş olan birileri, kendi dünyalarına buyur etmeliydi onları ve asıl dünyayı kendi pencerelerinden göstermeliydi onlara.  İşte böyle değişecekti Anadolu topraklarının kaderi. 
 
Bizim İlyas’la dünyalarımız işte burada kesişmişti ve ben artık onu kendi dünyama almalı, başka ufukları göstermeliydim ona. 
 
- İlyas,dedim. Hoş geldin sınıfımıza, kalk da kendini tanıt arkadaşlarına.
 
Bu “Hoş geldin”in sıradan bir hoş geldin olmadığının o da en az benim kadar farkındaydı. Başını önünden usulca kaldırdı. Önce bana baktı, ben başımla ‘’buyur’’ manasında işaret verdim. Sınıfı şöyle bir süzdü, çekingen ve titrek bir sesle söze başladı:
- Benim adım İlyas…
 
Sesi giderek kendinden emin bir hal aldı. İçimden “Hoş geldin İlyas.” dedim, “Hoş geldin çocuk…”


GENÇ'ın Yazısı.