Soru zihinden çıkar ama kalp tatmin olsun diye… Kalbinin mutmain olmasını aramak kadar meşru bir arayış olamaz. Soruların kalbin içinse bir şey demem; zihnin kalbin için çalışıyor demektir. Zihnini kalbinin selametine adadıysan ne sorsan olur, zihninin derdi başkaysa ne sorsan bir ihtilafa yol bulur.

özleri gök kadar derin Genç o gün Hakîm`e giderken biraz şaşkındı, çünkü ne gönlünde ne de zihninde sorabileceği bir soru yoktu. Bunun iyi bir şey olup olmadığını bilmiyordu.

“Bunu sorabilirim belki…”

Sordu da:

- Soru sormak iyi görülmez ama biliyorsunuz ben size sürekli soru soruyorum. Fakat bugün nedense bir sorum yok. Bu iyi bir şey midir?

Hakîm soruya soru ile cevap verdi:

- Neden geldin sorun yoksa?

Genç diyecek bir şey bulamadı. Hakîm de bir şey demesini beklemiyordu zaten:

- Sorular buraya gelmene vesileydi. Vesilesiz bir yere ulaşılmaz. Ama ulaştıktan sonra da vesileye gerek kalmaz.

Gözlerinde bin bir mana vardı. Genç’i ölçer gibi bir müddet baktı, durdu. Sanki nazar ettiği yerde kaybolmuştu. Sonra ima ettiğinden pişman olmuşçasına hızlıca konuşmaya başladı: 

- Gönlünün limanını buluncaya kadar soru sorabilirsin. Sormalısın hatta...

- Gönlümün limanı?

- Gönlünün vardığında teskin olduğu yer. Ferahladığın mekan. Yaralarını sardığın sığınak. Bir ayağını sabitleyip, diğeri ile dünyaya açılmana yardımcı olacak nokta.

- Nerede bulacağım öyle bir yeri?

Hakîm elini göğsünün orta yerine koydu:

- Burada...

Yanlış anlamasın diye işaret parmağı ile Genç’in göğsüne işaret etti:

- Orada…

O an Genç’in gönlünde bir kıpırtı oldu.

“Vesile burası mıydı acaba, vesile O’muydu?”

Ama nedense bunu öne çıkartamadı. Düşünemedi üzerinde. Öne çıkan başka bir şeydi. Sanki ötekini aldı, geriye bir yere attı ve zorla kuruldu zihninin önüne. Ta ilk geldiği günden bu yana dikkatini çeken bir şeydi bu. Hakîm’le ilgili bir şey:

“Ne kadar da dikkatli! Kendisine bir şey izafe etmemek noktasında ne kadar da hassas…”

Genç, Hakîm’deki bu istiğna halinin baştan bu yana kendisini meşgul ettiğini düşündü. Sanki bir şeylerin vaktinden önce anlaşılmasını engeller gibiydi. Hakikatte tam tersinin gerçekleştiğini, işittiğinin ve akabinde anladığının bir tasarruf perdelemesinden başka bir şey olmadığını yıllar sonra fark edecek, ama bunu kimse ile paylaşmayacaktı.

Hakîm konuşmaya devam ediyordu:

- Sadrını liman yapmak istiyorsan sadrını gönüller limanı yapmış birini bulman lazım. Gönlü geniş çok insan vardır belki ama gönlünü başkalarına sığınak yapmış azdır. Azdır, çünkü bu keyfiyet herkese verilmez.

Genç, tasdik eder bir ruh hali ile başını önüne eğdi. Susuyordu. Ama dilsiz, sözsüz alış veriş devam ediyordu ve her ikisi de bunun farkındaydı.

Genç, çoğu zaman Hakîm’in söylediklerinin boyunu aşan şeyler olduğunu düşünürdü. Ama bu gibi durumlarda alıcılarının ayarları ile oynamadan dinlemesi gerektiğini biliyordu. Çünkü sonuçta söz tohum gibiydi. Zihin tarlasına düşen tohumun tefekkür hasadının ne zaman yapılacağını kimse bilemezdi. Burada işittiği, yaşadığı ve tecrübe ettiği her şeyden bir gün bir yerde bir şekilde istifade edebileceğini adı gibi biliyordu. Çünkü birileri ile gönül yolculuğu yapmanın esprisi tam da buydu zaten. Ebede götürmeyen yerde durmanın ne anlamı vardı? Ebede götüren yerden ise anlamsız ne çıkardı?
“Gönlünü liman haline getirmiş birileri...” Bunu aldı, itina ile yerleştirdi zihninin bir köşesine. Sonra esas sorusuna döndü:

- Sorumun olması mı olmaması mı iyidir?

Hakîm, çok zamandır Genç`in, işaret edip gösterdiğinden daha çok kendi gördüğüne yoğunlaşmasına dikkat kesilmişti. Belli belirsiz bir gülümseme yerleşti simasına. Herkesin tutturduğu yol ne kadar özgün ve biricikti… Tıpkı kimsenin bir diğerine benzemediği kadar… Kimseye, ‘şuradan git’ diyemiyordun. Herkes kendi yolundan gidiyor, velev ki yol bir bile olsa herkes kendine yol içinde bir yol buluyordu.

Bir ayet hatırladı, sanki zihninin akışını tasdik eden bir ayet:

“Herkesin yöneldiği bir yön vardır.” (Bakara 148)

Genç hakkında yıllar boyu muhafaza edeceği ilk hükmünü o gün verdi:

“Kapılıp gitmiyor; ölçüyor, biçiyor, tartıyor, hesap ediyor…”

“Zor ama emin bir yol seçtiği...” diye düşündü, “ne var ki ancak kapasitesi kadar gider, ancak umduğunu bulur, bulduğu ise umduğundan başkası olmaz...”

Kapılıp gitmenin daha erdirici, daha kısa ve daha tesirli olduğunu mu düşünüyordu? Hakîm bunu kimse ile paylaşmamıştı. O hep “gitmek”ten bahsetmişti. Nasılını soranlara şundan başka bir şey söylemek itiyadı değildi:

“Gidin de nasıl giderseniz gidin. Zaten bir menzilden sonra götürülmezseniz olmaz…”

Dalgın dalgın Genç’i süzerken nasipten ötesinin olmadığının ya da hiçbir fani hakkındaki nasibin bilinemeyeceğinin farkındaydı.

Genç, Hakim`in dalgın gözlerinden bir şey anlamadı ama bir tohum gitti yerleşti gönlüne. Değil mi ki ru be ru olunduğunda sadece sözler değiş tokuş edilmez, gönüllerden de akışlar olurdu... Değil mi ki ru be ru olmayan her söz hep eksik kalırdı… Kim bilir karşı karşıya geldiğinde gönüller ne söyler, ne dinler ve ne tepkiler verirdi? Kalpten kalbe sözün mecalinin yetmeyeceği ne manalar akar, ne hikmetler, ne tohumlar düşerdi… Genç yüreğine yerleşen ve fakat vakıf olamadığı bu tohuma hüsnü zan etiketini yapıştırdı; neşv ü nema bulacağı ana kadar bir köşede bekletecek, günü gelip de ortaya çıktığında ise belki nereden geldiğini bile unutacaktı.

Sessiz akışa Hakîm’in sesi katıldı:

- Soru zihinden çıkar ama kalp tatmin olsun diye… Kalbinin mutmain olmasını aramak kadar meşru bir arayış olamaz. Soruların kalbin içinse bir şey demem; zihnin kalbin için çalışıyor demektir. Zihnini kalbinin selametine adadıysan ne sorsan olur, zihninin derdi başkaysa ne sorsan bir ihtilafa yol bulur.

- Zihnimin derdi başka ne olabilir ki?

- Bak etrafındaki insanlara da bu soruna kendin cevap ver. Ne dertleri var? Kalp selameti derdine düşmek öyle herkesin kârı mı?

Durdu ve acı ile fısıldadı:

“Ah kalbim” diyen kaç kişi var?

Son sözünü tekrar ederken gözünü yummuştu:

“Ah kalbim…”

O an kalbi sızladı Genç’in:

“Ah kalbim…” 

O günden sonra da hiç dinmedi:

“Ah kalbim…” 

“Ah kalbim…”


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.