Meâller üzerinden Kur’an’ı anlamaya çalışmak, belki bir süreçtir. Hepimiz o süreçten geçtik. Bugün artık, daha derinlikli, daha uzun soluklu çalışmaların yapılması gereklidir. Kaybolan ilim geleneğini tekrar ihya etmelidir. Tarihî mirası canlandıracak, bu noktada bize imkân verecek, âlimlerimizin “âlet ilimleri” dediği Arapçayı, öte yandan Osmanlıca eserleri okuyup yazabilmeyi öğrenmek gerekmektedir.

Ümmetin Şeref Tacı Âlimler

İmam Gazzâli, İhyau Ulûmi’d-Din kitabına “Kitabü’l-Ilm”  ile başlıyor. Yani “İlim Faslı”yla… Kitapta söz konusu edilen dinî ilimlerin yeniden okunuşu ise, “ilim”le işe başlamak kadar tabii bir şey olamaz, diye düşünülebilir. Bense sebebin sadece bu olmadığı kanaatindeyim. İslam ve de İslam ümmeti ilme ayrı bir değer atfetmiştir. Denebilir ki ilim, gerçek anlamda bu ümmetle birlikte kanatlanıp uçmuştur. Dolayısıyla bu ümmetin âlimlerinin ilim için özel bölümler açmalarını, hatta bu konuda müstakil eserler telif etmelerini anlamak zor olmaz.

Bu bölüm ve kitaplarda ilme, âlime verilen değeri gösteren ayet-i kerimler, hadis-i şerifler, selef-i sâlihînin sözleri vardır. Bütün bunlardan hız, Allah Resulü (s.a) döneminde kurulan “Suffe” gibi “Küttâp” gibi eğitim kurumlarından ilham alan İslam ümmeti, dünyanın dört bir yanında medreseler kurdular. Yüzyıllar boyunca medreseler, canlı ilim yuvaları olarak yaşadı. İlim öğrenme, kitap telif etme geleneği nesilden nesile devam edip geldi. İlim uğrunda çile çekme, fedakârlıklarda bulunmanın destansı misalleri yaşandı.

İslam ümmeti içinde, İslam ve insanlık için yüz akı, şeref tacı olacak büyük âlimler yetişti.  Onlar ilmin şeref ve haysiyetini üzerlerinde taşıyan insanlardı. İlmin her bakımdan gereğini kuşanan, topluma yön veren, numune-i imtisal, ilmiyle âmil olan şahsiyetlerdi. Onlar ilmin, Gazzâli’nin dediği gibi, “susmaktan”, “dinlemekten” başlayıp “hıfzetmek” sonra “amel etmek” ve onu “neşretmek” çizgisinde akan bir süreç olduğunun şuurundaydılar.

Onlar, okurlar, okuturlar, telif ederler, şerh ederlerdi. Elbette bu okuma, gelişi güzel bir okuma değildir; derinliğine bir okumadır. İlletlerini, hikmetlerini, delillerini, okuduklarının arkasında yatan felsefeyi bilerek okumaktır. Bu sebeple adı tahkikdir, tedkikdir; bu âlimler ise muhakkik ve müdekkik âlimlerdir. Onlar öğrendiklerini kültür düzeyinde bırakmayan mütebahhir, kendilerini sadece bir alanla sınırlandırmayan müteaddidü’l-cevânip âlimlerdir. Bu okutma, bir kitabı talebenin eline tutuşturma değildir, sadece kitap tavsiyesi hiç değildir. Hoca ile talebenin karşılıklı oturup, o kitabı değerlendire değerlendire, sindire sindire okumalarıdır. O kitabın artık talebenin malı olmasıdır. Bu sırada hocanın o kitabın farklı yönlerini tekrar tekrar keşfetmesidir.

İlim de Gitti İrfan da

Modern dönemde ise, her şeyin olduğu gibi ilmin rengi de değişti. Belki de ilim, yeryüzünden yavaş yavaş çekildi, demeliyim. Veya kendimi zora sokmadan sözü ehline bırakmalıyım:“Asırlar geçti birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür.”  Evet, asâletini kaybeden önce ilim oldu. Sonra irfan. Zira yine onun tarifine göre irfan: “Kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim.”  İlim kaybolduktan sonra irfanın kaybolması işten bile değil.

İlim gitti, yerine kültür geldi. Din kültürü, Kur’an kültürü… Tahsil edilmiş, emek verilmiş, bir hocanın halka-i tedrisinde dirsek çürütülerek elde edilmiş ilim, yerini ferdin kendi başına kazandığı kültüre bıraktı. Aydınlanma ile birlikte: “Kendi aklını kullanmak cesaretini gösteren insanın” bir hocanın tedrisine ihtiyacı kalmadı. Güya kendi okuyup kendi anlayabilecek bir seviyeye erişti. Cemil Meriç’ten okumaya devam edelim: “Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime... Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.” (Bu Ülke, s. 99)

Söz gelimi, modern dönemde Müslüman’ın Kur’an tasavvurunu düşünelim. Ona göre Kur’an, meâllerden okunarak anlaşılabilecek, oradan anlaşılıp yaşanabilecek bir şeydir. Bu anlayışın bir tezahürü olarak, meâller piyasada mantar gibi çoğalıvermiş, bazen ne amaçla yapıldığı anlaşılamayan bu meâller, İslam’ın en önemli öğrenme kaynağı oluvermiştir. Hatalardan uzak olmayan, bazen birbirini tutmayan, fevkalâde kafa karışıklığına sebep olan meâller, Kur’an’ın doğru anlaşılmasının önünde ciddi birer engel olmaya başlamıştır.

Meâl okumak, modern dönemin ortaya çıkardığı bir okuma biçimidir. İlim irfan geleneğimizde bir yeri de yoktur. Nitekim Cumhuriyet dönemine kadar, bugünkü anlamda bir meâle rastlamak imkânsız gibidir. Hatta Elmalılı’ya yaptırılan meâlde bile, tercüme edilmeden bırakılan kelime ve kavramlar vardır. Çünkü bunlar çevrildiği zaman Kur’an’da anlam kısırlaşması olacak, bazı ayetler büsbütün anlaşılmaz bir hâle gelecektir. Mehmed Âkif’e meâl teklif edildiğinde o, ancak bir tefsirle beraber basılması hâlinde bu teklifi kabul edebileceğini söylemiş, bunun üzerine bir de tefsir yazdırma düşüncesi ortaya çıkmıştır.
Yani hem kadim, hem de son dönem âlimlerimiz, Kur’an’ın kendi lisanından öğrenilecek; bir başka dile aktarılınca hakiki manada anlaşılamayacak bir kitap olduğunun farkındalar. Dahası onlar, Kur’an’ın

kendi içinde dinamikleri, bir felsefesi, bir anlama usûlü olan bir kitap olduğunu da çok iyi biliyorlar. Bu sebeple hep tefsir yazıyorlar, meâl yapmıyorlar. Âlimler, meâl yapmak yerine Müslümanların dinlerini öğrenebilecekleri kitaplar telif ediyorlar. Gazzâli’nin kitaplarında olduğu gibi içinde ayetlerin, hadislerin olduğu, zâhitlerin, âlimlerin hayatından örneklerin yer aldığı kitaplar yazıyorlar.

Dolayısıyla çoğu modern anlayışta olduğu gibi meâller de Batı tesiriyle -biraz da Lutherciliğin millî dillerde kutsal kitabı anlama projesinin bir uzantısı olarak-  neşvü nema bulmuştur. Nitekim Türkçede mütedavil olan ilk meâl -birkaç tefsirî tercümeyi hesaba katmazsak- Fransızcadan tercüme edilmiş, bunun kifayetsizliği yüzünden Cumhuriyet döneminde bir meâl yaptırma gereği duyulmuştur. Öte yandan bununla, medreselerin kapatılması sonucu sefil bir duruma düşürülen âlimlerin toplum üzerindeki nüfuzlarının kırılıp tasfiye edilmeleri amaçlanmış olmalıdır.

İlmin Derin Sularına Dalmak

  Yakın zamanda karşılaştığım iki örneği zikretmek istiyorum burada. Radyoda çok heyecanlı bir genç konuşuyor. Bu heyecanının okuma ve öğrenmenin verdiği zevkten kaynaklandığı belli...  Ona kulak kabartmamın sebebi onun bu iştiyakıydı zaten. Bu genç, 12 ciltlik bir kitabı anlamak için defalarca tekrar ettiğinden, Kur’an meâlini en az yirmi defa okuduğundan söz ediyor. Onun bu şevkini takdir ve tebrik etmemek mümkün değil. Ancak merak ediyorum, bu genç arkadaş acaba Kur’an’ı orijinal dilinden anlamak için bir seferberlik başlattı mı? 12 ciltlik bir kitabı anlamaya verdiği mesainin bir kısmını Arapçayı öğrenmek, klasik tefsir, hadis, fıkıh metinlerini anlamak için verdi mi? Neden derinlikli bir âlim olmak için çabalamıyor da ömrünü bir eseri anlamak için tüketiyor? Neden bir ömür boyu Kur’an’ı anlamak için meal yazarlarının seviyesinden Kur’an’a bakmak zorunda kalıyor? Neden ilmin deryasına dalmaktansa kültürün sığ sularında geziniyor?

Burada Hekimoğlu İsmail’in bir mülakatında söylediği: “Arapçayı iyi öğrenmediğime çok üzülüyorum. Arapçayı çok iyi öğrenmeliydim. Teşvik eden yol gösteren de olmadı. O bende büyük bir noksanlık” sözlerini hatırlatmak isterim. (Yeni Şafak, 23.08.2009)

İkinci örneğim ise, yine bir meâl okurundan. Kur’an’la yeni tanışan bu genç, karşılaştırmalı meal okuduğundan bahsediyor. Bu arada çeşitli dergilerde gördüğü meâl hatalarını yazarlara bildirdiğinden, ancak bunun çok hoş karşılanmadığından şikâyet ediyor. Meâllerle ilgili çeşitli plan projeleri de var. Ben ona, bırak bunları, Kur’an’ı gerçekten anlamak istiyorsan, Arapça, İslami ilimler öğrenebileceğin bir hoca bul kendine, onun önüne diz çök ve Arapçaya emek ver, dedim. O ise şaşırdı buna ve ne diyeceğini bilemedi. Çünkü bu iş gerçekten emek istiyor, fedakârlık istiyor,  zaman istiyor.

Öte yandan Kur’an’ın hep anlaşılması gereken bir kitap olduğuna vurgu yaparken; onun ayet ayet tilavet edilen, tilavet edilirken bir ruhaniyet kazanılan,  o ruhaniyetin Müslüman şahsiyeti üzerinde derin izler bırakan bir yönü olduğunu ihmal ediyoruz biz. Kur’an anlayışımızı meâl okumaya indirgeyip, tarihi bir mirası, yüzyılların tecrübesiyle kazanılmış bir ilim geleneğini büsbütün görmezden geliyoruz.

Meâller üzerinden Kur’an’ı anlamaya çalışmak, belki bir süreçtir. Hepimiz o süreçten geçtik. Ancak o noktaya takılıp esas yapılması gereken ciddi işleri ihmal etmemelidir. Bugün artık, daha derinlikli, daha uzun soluklu çalışmaların yapılması gereklidir. Kaybolan ilim geleneğini tekrar ihya etmelidir. Tarihî mirası canlandıracak, bu noktada bize imkân verecek, âlimlerimizin “âlet ilimleri” dediği Arapçayı, öte yandan Osmanlıca eserleri okuyup yazabilmeyi öğrenmek gerekmektedir. Zaman ilim-irfan mirasımızla kucaklaşma zamanıdır. Kolları sıvama vakti çoktan gelmiştir hatta geçiyor bile. Selam ve dua ile…


Mesut Kaya'ın Yazısı.