Yazar, öncesinde birşey yapmadan, öylece ilham bekleyen ve o ilham gelince yazan biri değildir. Yazar, öncelikle, o ilhamın gelmesi için gerekli hazırlığı yapan, lâzım olan çabayı gösteren biridir.

ir yazarın hayatına dair, neredeyse yazmayan herkesin zihnine yerleştiği için doğru bilinen bir büyük yanlış vardır. Yazmanın baştan sona bir ilham konusu olduğu, yazarın o ilhamı bulmak için günlerce, haftalarca uğraştığı, nihayet o ilham gelince de eline kalemi alıp sayfalarca yazıp bitirdiği düşünülür.

Oysa bizzat yazmakla meşgul olanlar, bunun böyle olmadığını bilir. Yazmanın elbette bir ilham boyutu vardır; sadece buna odaklanan ve yazmayı baştan sona bir ilham eseri gören anlayış, bu ilhamın öncesini ve sonrasını gözden ırak tutarak, yazara düşen asıl yükü ve asıl görevi görmezden gelmektedir.

Bir yazının, şiirin, hikâyenin, romanın özünü oluşturan ana fikir, genelde bir ilhamın konusudur. Şu konuda şu ana fikirde bir yazı yazılabileceği düşüncesi, insana bir anda gelir. Ama bu ilham, kime gelir? İlham, bu konuyu dert edinene, bu konu hakkında bir araştırması olana, bu konu üzerine nicedir düşünüp durmakta olan birine gelmektedir.

Demek ki, yazar, öncesinde birşey yapmadan, öylece ilham bekleyen ve o ilham gelince yazan biri değildir. Yazar, öncelikle, o ilhamın gelmesi için gerekli hazırlığı yapan, lâzım olan çabayı gösteren biridir. Tıpkı ancak çift sürülüp tohum ekilen bir tarladan mahsul alınabildiği gibi, ilham sonucunu alabilmek için sabır ve dikkat gerektiren bir çaba gerekmektedir. İlham, çift yönlü bir çaba gösteren; ilgili meseleyi hem araştıran, hem de iç dünyasına alıp kendisine dert edinen kişiye gelmektedir.

İlhamın ancak bu şekilde geldiğini anlamak da, bir yazarın nasıl yazdığına veya nasıl yazar olunduğuna dair sorunun cevabını bulabilmek bakımından yeterli değildir. Meselenin bundan öte, iki veçhesi daha vardır.

Bunlardan ilki, geldiği anda o ilhamı fark edebilmek, o ana fikri aklımıza gelen bunca lüzumsuz şey arasından çekip alıp bir mücevher gibi kalbimizde saklayabilmek; ikincisi ise, farkedip kalbimizde sakladığımız o ana fikri işleyip geliştirerek okuyanın anlayabileceği bir kıvamda sunabilmektir.

Bu ikincisi için de, yazarın ciddi bir mesai sarfetmesi gerekir. Bu süreçte, yazar günler, belki haftalar boyu bu ana fikri nasıl işleyeceği, nasıl ele alacağı, nasıl okuyucalara sunacağı üzerine kafa yorar. Aynı zamanda, bu ana fikrin bir yazı kıvamına ulaşması için gerekli ilave araştırma ve okumaları gerçekleştirir; ve sonrasında edindiği bu bilgi ve düşünceleri âhenkli bir bütün halinde okuyucuya sunabilmek için zihninde özümser, sindirir, yoğurur. Ve artık yazının kıvamını bulduğunu hissettiği anda, oturur, yazanın ana çerçevesini kağıda veya bilgisayar sayfalarına yazmaya başlar.

Ama yazma işi hâlâ tamamlanmış değildir. Bilakis, ortaya çıkan metin, henüz, taslak metindir. Yazar, demlenmesi için yazıya biraz daha zaman tanıyacak, sonrasında onu tekrar tekrar okuyup üzerinde birkaç kez daha çalışacak; yazı, herkesin okuyacağı şekilde, ancak bundan sonra gün yüzüne çıkacaktır. Ama bu anda dahi, yazar, yazıyı hâlâ geliştirme, hâlâ üzerinde çalışma derdindedir. Nitekim, nice yazar vardır ki, yayınlanmış yazıları üzerinde dahi çalışır, yeni baskılara o şekilde hazırlarlar. İster şiir olsun, ister deneme; ister roman veya hikâye olsun, ister deneme, yazı bir anda gelen bir ilhamla bir anda yazılan birşey değildir. O yüzden, iyi yazarlar derler ki: bitirilmiş yazı yoktur, başlanılmış yazı vardır. Usta bir şair olarak Paul Valery, benzer bir sözü şiir için söylemektedir: “Bitmiş şiir yoktur, terkedilmiş şiir vardır.”

Durum bu olduğuna göre, yazar adaylarının bir köşede oturup ilham beklemekten daha fazlasını yapmaları gerekiyor. Özellikle de, yazmanın ilhamın öncesinde de, sonrasında da ciddi bir araştırma, inceleme ve düşünme faaliyeti gerektirdiğini asla unutmamaları icap ediyor.


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.