Hizmet ehli olmak istiyorsan Allah seni tanıyacak, Peygamberi tanıyacak, ruhaniler tanıyacak, yerdekiler tanıyacak, göktekiler tanıyacak… Ve onların seni tanıması için sen onları tanıyacaksın…

özleri gök kadar derin Genç o gün biraz neşesiz geldi Hakîm’in yanına. Hakîm kitap okuyordu, gözlüklerinin üstünden bir nazar attı:

- Hangi âlemlerdesin?

Genç, bu sorunun içerdiği imayı öğrenmişti. “Halin iyi değil, dikkat et kendine” demek gibi bir şeydi.

Susup bekledi. Burada susarak elde ettiğini, konuşarak hiçbir zaman elde edememişti. Biliyordu ki hep susacak, sadece konuş dendiğinde konuşacak bir kıvama ancak böyle erişebilecekti. Halinin iyi olmadığı zamanlarda susmaya ne kadar da ihtiyacı vardı. Susmaya ve susamaya… Sustuğunda susadığını, susadığında içinden gelenlere hâkim olamadığını biliyordu. Hâlbuki az sabredebilse içinden bir pınar kaynayacak, susuzluk nedir artık tanımayacaktı.

Ne kadar zaman sonra başını kaldırıp baktı. Hakîm’in gözleri kitabın satırları arasında gidip geliyordu. “Sanki gül bahçesinde dolaşan bir bahçıvan…” diye düşündü. Okuduğu kitabı merak etmedi değil. Ama nasılsa okuyacağı zaman geldiğinde ismini öğrenecekti. 

Hakîm artık sor dercesine başını kaldırıp baktığında Genç irkildi. Bakmamıştı aslında, sanki içinde bir yerlere akmıştı. Gönlü şenlendi. Çorak yerleri canlandı, yeşile durdu; bir ferahlama hissi ile dolduğunu hissetti. Üzerinden ağır bir yük kalktı sanki. Göğsünün muhtelif bölgelerinde kıpırdaşmalar başladı. Sanki

sadrında bir nefes dokunduğu yeri genişletiyordu. Ama burada durmamalı, sanki bu his yokmuş gibi davranmalıydı. Bu his öyle nazenindi ki kendisine takılıp kalana hiç iltifat etmezdi, bunu öğreneli çok olmamıştı. İçindeki ferahlığın zihnine düşen gölgesinden alelacele kaçtı, aksi takdirde uçup yerini nesepsiz bir kasvete bırakması kuvvetle muhtemeldi.

- Şey, bugün biraz hazırlıksız geldim, ama…

Hakîm kitabı kapattı. Önündeki evrakları, not defterini ve kalemleri toparlamaya başladı. Genç’e vakit kazandırmak istercesine… İstediği oldu nitekim. Başını tekrar kaldırdığında ne soracağını bilen kararlı bir yüz vardı karşısında…

- Ben hizmet etmek istiyorum, ne kadar “olmam” gerekecek, bir de ne zaman bileceğim hizmet etme zamanımın geldiğini?

- Hizmet derken?

- Allah’a, dinine ve mahlûkatına hizmet…

Hakîm tebessüm etti:

- Aslında hiç de hazırlıksız değilmişsin?

- Çok uzun zamandır düşündüğüm bir konu bu…

- Ne zamandan bu yana, hatırlayabiliyor musun?

- Sizinle ilk tanıştığım günlerde düştü aklıma. Ama bir türlü fırsatını bulup da soramadım.

Genç, o an Hakîm’in gözünden kayıp giden takdir hissini göremedi. Ama çok sonraları o günün Hakîm’le irtibatında bir dönüm noktası olduğunu söyleyecekti. İçine düşen hizmet aşkı ile Hakîm’i tanıması arasındaki bağın sebebini ise çok sonraları anlayacak ve fakat kimselerle paylaşmayacaktı. 

Genç, o anda tam tersi Hakîm’in canının sıkıldığını düşünüyordu. “Neden kaşlarını çattı, alnı kırışıklarla doldu acaba?” Sesindeki bu kırıklıkla bu kaş çatış aynı yerden mi kopup gelmişti, bunu hiç çözemedi.

- Neden hizmet etmek istiyorsun?

- Dünyadaki başka hiçbir şeyin bana yetmeyeceğini düşünüyorum.

- Ne demek bu şimdi?

- Beni hiçbir şey kandıramıyor. Amiyane bir tabir olacak belki ama hiçbir şey kesmiyor.

Hakîm anlamadığı şeylere gösterdiği tepki ile gözlüklerinin üstünden baktı:

- Kesmiyor?

- Kesmiyor yani yaptığım hiçbir iş beni tatmin etmiyor. Kendime hedef olarak biçtiğim birçok şeyi sonradan anlamsız buluyorum. Başkalarının başarı olarak gördüğü ya da gösterdikleri de öyle. Ama hizmet ederken, Allah için bir şey yaparken, en azından öyle olduğunu düşündüğüm işlerde çok farklı oluyorum.

- Nasıl farklı?

- Sanki içimden köpürüp gelen bir coşkunluk oluyor. Sebepsiz neşeleniyorum. Mutlu oluyorum, göğsüm genişliyor sanki. Üzerime bir huzur hali geliyor, yaptığım başka hiçbir işte bulamıyorum o hali.

Hakîm başını önüne eğdi. Ne hissettiğini, ne de düşündüğünü söylemeyecekti. Buna gerek yoktu zaten. Gerekli olan muhatabın seviyesine göre söylenmesi gereken, sırası gelen sözdü. O da onu söyledi:

- Demek hizmet etmek istiyorsun? Şunu bil ki melekût âlemi tarafından tanınmadan hizmet edemezsin.

Genç’in gözleri bu sözün ne anlama geldiğini anlamak ister gibi irice açılmıştı. Hakîm devam etti:

- Hizmet ehli olmak istiyorsan Allah seni tanıyacak, Peygamberi tanıyacak, ruhaniler tanıyacak, yerdekiler tanıyacak, göktekiler tanıyacak… Ve onların seni tanıması için sen onları tanıyacaksın…

- Nasıl?

- Yolların kesişecek onlarla. Neredelerse orada olacaksın. Sizin tabirinizle onların takıldıkları yerlere sen de takılacaksın. Sonra düzenli görüşmelerin, ziyaretlerin olacak. Mesela bir gece hayatın olacak. Hatırlayacak, anacak ve baş başa kalacaksın. Hizmet edilen yerlere gidecek, gönlü kırıkların, gariplerin, bir ah çekse arş-ı alayı titreteceklerin yanında olacaksın. Kutlu sözlerin söylendiği gül bahçeleri hep durağın olacak. Oralarda gül alacak gül satacaksın. Böyle bir hayat sürecek, bunda ısrarcı olacaksın. Tıpkı kapıyı “tık, tık…” çalmak gibi… Gün gelecek açılacak önünde durduğun kapı; çünkü aşina olacaksın. Sen onlara aşina, onlar sana aşina…

Hakîm gülümseyerek devam etti:

- Sana kendilerini tanıtacaklar. Sana kendilerini aşina kılacaklar. Aç Taha Suresi’ni oku. Ne diyor Rabbi Musa’ya: ‘Gerçekten Ben senin Rabbinim.’ Rabbi, peygamberine Kendisini tanıtıyor. Ardından “Seni Kendim için seçtim” buyuruyor. Hizmet mi etmek istiyorsun? Önce tanınacaksın. Tanınmadan hizmetinin ne bereketi olur ne de arkası gelir.

Hakîm sustu ama bakmaya devam ediyordu. Gözlerine bütün şefkatini ve merhametini yüklemişti sanki. “Sözü bitti, şimdi gözü konuşuyor” diye düşündü Genç.

Bir müddet böyle sessiz kaldılar. Neden sonra Hakîm ses tonundan bariz bir hüzünle şunları söyledi:

- Sana aşk oklarının menzilindeki yerlerde dolaşmanı tavsiye ederim. Zaman vardır, zamandan seçilmiştir. Mekân vardır, mekândan seçilmiştir. İnsan vardır, insandan seçilmiştir. Bu seçilmişleri ara, bul ve onlarla ol.

Son söze tebessümün eşlik etmesinin manası açıktı, veda vakti gelmişti. Genç evine dönerken Allah’a, dinine ve mahlûkatına hizmet etmenin ne büyük bir pâye olduğunu düşünüyordu. Çünkü O’na ancak O’nun seçtikleri hizmet edebiliyordu.

“Beni de Sana hizmetle şereflendir Ya Rab…” diye açtı yüreğinin avuçlarını, yol boyunca tekrarladı durdu duasını, ama duasına kimin âmin dediğini işitemedi, henüz o kadar aşina değildi çünkü.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.