Bu Toprağın Değerlerini Keşfetmek
Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş
Burhan sorardım aslıma, aslım bana burhan imiş
Sağı solu gözler idim, dost yüzünü görsem deyû
Ben taşrada arar idim, ol can içinde can imiş
Niyaz-i Mısrî
Zincir Kopunca
Cumhuriyet döneminin toplumda meydana getirdiği en ciddi travmalardan biri de, bu toprağın insanının kendi kaynaklarından kopması olmuştur. Bu aynı zamanda, insanımızın kendi değerleriyle, topluma yön veren yetişmiş insanlarıyla arasına mesafe girmesi demekti. Yeni nesillerin yüzyıllardır devam ede gelen ilim, düşünce geleneğinden bihaber kalmaları demekti. Kelimenin tam anlamıyla bir yozlaşmaydı bu. Asırlardır yaşayan imparatorluk devri kapanmıyordu sadece; o imparatorluktan geride kalan miras da reddediliyordu.
Daha önce medreselerin kapatılmasıyla, ilim ve düşünce ciddi bir sekteye uğramıştı zaten. Toplumda ilim ve irfana hizmet eden insanlar bir nevi toplum dışına itilmişlerdi. Yetişmiş o kadar insan saf dışı bırakılmış, onca birikim yok sayılmıştı. Bu, gerçekten ciddi bir kopuştu. Ucu yüzyıllara uzanan ve kolay kolay ele geçmeyen ilim ve düşünce zincirinin kopuşu…
Âlimler varlık-yokluk mücadelesi verirlerken, aydınlar yönlerini her geçen gün daha çok Batı’ya çevirdiler. Kendi düşünce gelenek ve değerlerine daha çok yabancılaştılar. Cemil Meriç’in dediği gibi: “İnkıraz devri aydınının fârikası, hazinelerinden habersiz olmak. Bu aydın bir ışık kaynağı değildir artık, sırları dökülmüş bir aynadır, Batı’yı aksettiren bir ayna.” (Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 142)
Medreselerin kapatılmasıyla imam hatiplerin, ilahiyat fakültelerinin açıldığı dönem arasında 25 yıl gibi bir zaman söz konusu. Bu ciddi sekteden sonra İmam Hatip ve İlahiyat Fakültelerinin geleneğe eklemlenmesi elbette kolay bir iş değildi. Osmanlının son dönemlerinde yapılan ıslahatlar ve batıyla karşılaşmaktan doğan ilmî seviyeyi yakalamak zor görünüyordu.
Açıldığı ilk günden bugüne dek İlahiyat câmiası içinde yer alan Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük hocamız bir dersinde: “Biz İzmirli İsmail Hakkı, Babanzade Ahmed Nâim gibi âlimleri hâlâ aşamadık” demişti. Bu itiraf, o dönemin ilmî seviyesini gösterirken, Cumhuriyet dönemi ilahiyat fakültelerinin durduğu yeri de özetliyor gibidir.
Deli Gömleği Gibi
Gelenekle bağlantı kurulmaya çalışılırken, yeni bir durum çıktı ortaya. Aydınların çözümü batıda aradıkları gibi, İslam üzerine kafa yoranlar da çözümü İslam dünyasının farklı coğrafyalarını temsil eden İslâmcı düşünürlerde aramaya başladılar. Aslında bunun kökleri de Osmanlının son dönemlerine, Cumhuriyetin ilk yıllarına denk düşüyor. Mısırlı âlimlerin eserlerinin Türkçeye tercümesi, daha sonraki tercüme hareketlerine zemin hazırlamış görünüyor.
Sözünü ettiğimiz tercüme hareketi, 60’lı yıllardan sonra hız kazanıyor. Mısırlı, Hindistanlı, İranlı düşünürlerin kitapları yoğun bir biçimde çevrilmeye başlanıyor. Bu eserler çok ciddi bir kabul görüyor. Bu da her geçen gün bu eserlere yenilerinin eklenmesi anlamına geliyor.
Bu eserlerle birlikte, ülkemizde farklı bir İslam tasavvuru ortaya çıkıyor. Bu topraklara yabancı olan, halkın alışık olmadığı tarzda, daha çok ideolojik ağırlığa sahip bir İslam anlayışı oluyor bu. Bu da çatışmaları beraberinde getiriyor. Daha somut olması açısından söylersem, bu topraklarda İslamî anlayış tasavvuf hamuruyla yoğrulmuştur. İslam bir nevi tasavvufla vücut bulmuş, Anadolu’da büyük mutasavvıflar yetişmiştir. Dolayısıyla tasavvufa, tasavvuf büyüklerine derin bir hürmet vardır. Ancak bu yeni anlayışa göre tasavvuf, İslam’ın özünde olmayan bid’atlerle doludur. Dahası Müslümanları miskinliğe, tembelliğe sürükleyen ğayr-i İslâmi bir ruh taşımaktadır.
Cemil Meriç, Batı’dan aktarılan ideolojileri “idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri”ne benzetir. Maalesef, tercüme yoluyla ülkemizde yerleştirilmeye çalışılan anlayış da bundan farksızdır. Bu yeni anlayışın bize dar gelen, uzun gelen kısımları vardır.
Evet, itiraf etmeliyiz ki bu hareketin olumlu tarafları olmuş, İslamî bir uyanışı getirmiştir beraberinde. İslâm’dan bihaber olan pek çok insan bu vesileyle İslam’dan, İslam’ın değişik boyutlarından haberdar olmuştur. Ancak, bu derinlikli, uzun vadeli, toplumu dönüştürecek bir sürekliliği yakalayamamıştır. Bir dönem alevlenmiş, zamanla sönmeye yüz tutmuştur.
Tercüme edilen eserlerin sayısı arttıkça, ülkemizde yetişen insanlara rağbet azalmıştır. Dücane Cündioğlu’nun ifadesiyle: “ Türkiye’de 60’lı yıllardan sonra varolan hâliyle İslamcılık, kendi topraklarının tarihine karşı ilgisini büyük ölçüde yitirdi. Kendi ustalarıyla ve kendi kaynaklarıyla irtibat kurabileceği dilden yoksun kaldı.” (Dücane Cündioğlu, Felsefenin Türkçesi, s.64)
Bir Taş da Biz Taşısaydık
Kendi adıma söylersem, tercüme eserlerden ben de nasiplendim. İmam Hatip Lisesi kütüphanesine girdiğimde, her yerin hınca hınç tercüme eserlerle dolu olduğunu görüyordum. Maalesef ki ben bu eserlerin hepsi okunmalıymış gibi bir zorunluluk içinde hissediyordum kendimi. Belki de kütüphane bunları dayatıyor, farklı bir alternatif bırakmıyordu bana.
Bu kütüphanede Seyyid Kutub’un, Muhammed Kutub’un, Mevdudi’nin, Said Havva’nın bütün külliyatları yer alıyordu da kendi âlimlerimizin, düşünürlerimizin kitapları neredeydi acaba? Veya vardı da, çevrenin yönlendirmesiyle sadece bunlar mı ilişiyordu bizim gözümüze. Hâlbuki Ahmet Cevdet Paşa’yı, Nâmık Kemal’i, Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Ahmed Nâim’i bırakalım; Nureddin Topçu’yu, Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i tanımak için yılların geçmesi gerekiyordu daha.
Şahsi tecrübelerimden yola çıkarak söyleyeyim, belki ben Nurettin Topçu’yu daha erken bir dönemde tanımış olsaydım, kendi geleneğime karşı daha sağlıklı, daha dengeli bir bakış açısına sahip olabilecektim. Sezai Karakoç’la birkaç yıl daha önce buluşsaydım, bir yandan çağın problemlerini tanırken, öte yandan kendi geleneğimle daha barışık bir düşünce yapısıyla dünyaya bakabilecektin. Biz bir yandan koltuğumuzun altında Mevdudi’nin “Dört Terim”i gibi kitaplarla dolaşırken, bir yandan da tasavvuf sohbetlerine iştirak ediyor, o çiçekten de bal almaya çabalıyorduk. Ama sonuç çıkmazlardan, zihni bulanıklıktan başka bir şey olmuyordu!
Gerçekten biz, klasik alimlerimizle daha erken tanışmış olsaydık, kendi toplumumuzun İslami anlayışını yargılayıp onlara tepeden bakmak yerine, ayakları yere basan bir anlayışa daha çabuk sahip olabilirdik. Binlerce yıldır devam ede gelen İslam mirasının ihyası için taş taşıyacak bir seviyeye gelebilirdik.
Diyeceğim o ki, İmparatorluk döneminden bize çok zengin bir ilim irfan mirası kaldı. Ama biz, Mümtaz’er Türköne’nin de dediği gibi, bu geleneği tevarüs edemedik. Ve uzun yıllar diğer İslam toplumlarının İslamcı düşünürlerinden beslendik. Buna cumhuriyetin resmî ideolojisinin getirdiği idrak kırılması da eklenince, iyice koptuk gelenekten. (Mümtaz’er Türköne, İslamcılığın Doğuşu, s. 14.)
Ancak bugünün gençliği, bu topraklarda da büyük değerlerin yetiştiğinin farkında olmalıdır artık. Çareyi batıda veya başka yerlerde değil, kendi zenginliklerimizde aramalıdır. Büyük bir mirasın, zengin bir ilim ve düşünce tarihinin sahibi olduğunun bilincinde olmalıdır.
Elbette bu, diğer İslam ülkelerinden kopmak, oralarda yapılan çalışmalara bigane kalmak anlamına gelmiyor. Onlar da yakından takip edilecek, okunup değerlendirilecektir. Ancak önemli olan nerede durduğumuz, nereden baktığımızdır. Hz. Mevlânâ’nın pergel metaforunu bir kez daha hatırlayalım. Ayağımızı sağlam bir zemine bastıktan sonra, tüm dünyayı kolaçan edebiliriz artık.
Mesut Kaya'ın Yazısı.