Ütopya kelimesini de, çağrıştırdığı şeyleri de sevmemeliyiz. Müslüman’ın ütopyası olmaz. Müslüman’ın hedefleri olur, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği o hedeflerin, Allah’ın elindedir. Helal dairede bir fiili gerçekleştirirsin, inayetini Allah’tan beklersin.
Bütün bu ütopyayla ilgili şeyleri neden söyledik? Çünkü, teklif edeceğimiz şey hakkında olsun, daha önceki tecrübelerimizden de, insanların, sadece dünyevi emeller için değil, artık İslam’ın hedefleri için de, ütopya tabirini kullanmaya başladıklarını görür olduk.
Teklifimiz şu ki; biliyorsunuz bu yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında, edebiyat dalında büyük ödül Sezai Karakoç’a verildi…
2007 yılında da, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından verilen Kültür Sanat Büyük Ödülü üzerine, Sezai Karakoç, ödül töreni yapılmasını reddetmişti. Bunun üzerine bakanlık ödülü posta yolu ile göndermiş ve para ödülü de bakanlığa kalmıştı…
Peki, sayın Cumhurbaşkanı, Çankaya’daki kitaplığında kitapları bulunan, gençliğinde beslendiği, üstat kabul ettiği, onun fikirleriyle yoğrulduğu, İslam’ın, edebiyatın, İslam – devlet, İslam – hayat tasavvurunun mimarı, diriliş düşüncesinin piri üstada bir ziyarette bulunarak ödülünü teslim etse?
Niye zor olsun? Niye böyle bir jest yapılmasın? Çok mu zor? Hayır! Sadece sayın Cumhurbaşkanının iki dudağının arasındaki kelimelere bakar. Kalbine bakar. Onun için, bu samimiyeti beklemek çok görülmemeli. Hem sayın Cumhurbaşkanı’nın, hem de, Ak Parti iktidarının bir düşünce temeli varsa, bu temelin harcının en büyük yekununu Karakoç oluşturmaktadır…
Ben Meydanlardan Kitaplara Çağırdım Seni
Taha Süren / 14 Mayıs 2010 dünyabizim.com
“Sen meydanlarda büyümüş çocuk. Caddelerde ve sokaklarda bir yapraktın belki, esen rüzgarlarca kımıldayan. Sen hangi aşkları içinde taşıdın da şimdi ölümün yolunu gözlüyorsun. Kalabalıklardaydın sen. Dudaklarında başkaları için, sana ait olmayan tebessüm provaları yaparken, ben meydanlardan kitaplara çağırdım seni. Toplu sesler çıkardım içimden, dağlarda yankılandı. Meydanlarda uğuldadı, sen duymadın… Sanki biz göçebeydik, o insan, bu insan, hepsinin içinden geçtik. Şimdi de bize sunulan yığınla yırtık resimler ve parçalanmış binlerce hayat…”
Vücudumuzun her zerresi yorgunluk ve havadaki güneşle beraber uykuyu davet ediyordu. Birkaç saat Taksim meydanında bayrak sallamaktan, ağrı giren kollarımızda da derman kalmamıştı. Üstelik bugün deniz ulaşımından başka da hiçbir çaremiz yoktu. Bütün bunlara rağmen Selim, Sezai Karakoç’u ziyaret ederek bu günü taçlandırmamızı istedi. İtiraf etmeliyim ki bu yorgunlukla göze alamadım. Üstelik üstümüz başımız terdi havanın sıcaklığından. Böyle bir halde Üstad’ın önüne çıkmak hoş olmaz diye düşündüm bir an. Yine de, isteğini geri çeviremedim. Alparslan’da ısrar etti. Peki gidelim diyerek vücudumda kalan son takati bacaklarıma verdim.
İstiklal Caddesi insan trafiğine açılmıştı. Mephisto’nun camına bir LCD koymuşlar. 1977 kanlı 1 Mayıs’ının belgeselini gösteriyorlar. Çok ilginçti yaşanan, bir müzik dvd’sinin kırk elli liraya satıldığı bu mekan, önüne toplanan kalabalığın karşı olduğu sistemin bir kalesiydi. Biz yolumuza devam ederken de belgesel bitmiş, arkamızdan bir alkış tufanı kopmuştu…
Karaköy – Eminönü – Sultanahmet. Cağaloğlu yokuşunu ayaklarımızı hissetmeden çıkıyoruz. Biraz daha yürüdükten sonra nihayet Diriliş Yayınlarının kapısına kadar geliyoruz. Tam burada, merdivenleri çıkarken birçok yazarın üstad ile ilk görüşmesine dair yazıları geliyor aklıma. Çıktıkları merdivenleri bile tasvir etmeleri. Nitekim bütün bunlar aklıma geldikçe heyecanım da artıyor. Yayınevinin zilini çalıyoruz. Daha önce bir kez daha rastladığım görevli abi bizi içeriye buyur ediyor. Üstad’ın burada olup olmadığını soruyoruz ve yirmi dakikaya kadar geleceğini, ardından bir müddet kalıp hemen ayrılacağını söylüyor bizlere. O zaman aşağıdaki ocakta bir çay içelim biz diyorum…
Aşağı kapının hemen önünde küçük bir masayla birkaç tabure var. Oraya oturuyor Selim ve Alparslan. Çay ocağından içeriye doğru başımı uzatıp üç çay söylüyorum. Burada gördüğüm bir manzarayı aktarıp aktarmamak konusunda epey düşündüm. Sonra bu ironinin de bir “veri” olduğunu ve kullanılması gerektiğini düşündüm. Gördüğüm şey sanırsam yağlı boya bir tablo idi. Şuh bir kadın resmi, göğüsleri tamamen açık denecek bir biçimde zaten birkaç metrekare olan çay ocağının duvarının üçte birini kaplıyordu. Bunu masaya gelince söyledim. Selim de, Alparslan’da epey çıkıştı kendi kendilerine…
Suskunluğu tercih ettim ben. Ki; bilmiyor muyuz; Üstad “tekkeyi bekliyor.” Etrafımıza, oturduğumuz mekana bir bakalım: sokağın iki yanından da, çıplak, değersiz et parçaları geçiyor. Arkamızdaki arabanın sahibi gelip önüne park etmiş aracın orada olmayan sahibine dümdüz küfrediyor. Arabaya sürte sürte çıkıyor bulunduğu yerden… Yaşadığımız her an’ı, ahir zamanın ikindi vaktinde olduğumuzu kanıtlarcasına hareketleriyle bir sinir harbine çeviren bu insanların arasında, Sezai Karakoç çamura düşen bir altın gibi. Ve yediğimiz ekmeğin bilincinde, şükründe olduğumuz gibi, aynı derecede şunun için de bilinç ve şükür sahibi olmalıyız: Karakoç; bir ideolojinin omzunda yükselerek bulunduğu konuma gelmedi. Çünkü sistemlerin parası vardır, reklamı vardır. Bunun için; yani bir sisteme dahil olmadığı için yok sayılıyor. Bunun farkında olanlar da, onu can-ı gönülden seviyor.
Yukarıya çıkıyoruz. Selim Yitik Cennet kitabını alıyor. Merdivenden yukarıya çıkan birileri olduğunu duyuyor, hemen odaya geçiyoruz. Ve beklediğimiz an geliyor. Koltuğundan masasına, taburesinden her ayrıntısına kadar her eşyasının en az yirmi yıllık olduğu, bu dervişane odaya giriyor Üstad selam vererek. Arkasından da, daha sonra Gebze’den ziyarete geldiklerini öğrendiğimiz üç genç arkadaşımız giriyor. İki dakika kadar masada sessizce oturup bir kağıda bakıyor.
Sonra bizlere hoş geldiniz deyip teker teker isimlerimizi soruyor. Bu arada çaylarımız geliyor. Gebze’den gelen arkadaşlarımızdan biri “Üstadım İzmir Miting’inizi iptal ettiniz mi, yoksa yapacak mısınız?” diyor. Bu arada bende sözüne başlamadan önce “neden miting için ilk olarak İzmir’i seçtiğini” soruyorum. Tekrar girişimlerde bulunduklarını, İzmir’i seçmesinin özel bir sebebinin olmadığını, sadece, Batı’dan başlayarak Doğu’ya doğru gitme düşüncelerinin olduğunu ifade ediyor. Bir yerden başlayacaktık ve İzmir olarak seçtik bunu diyerek sonlandırıyor bu bahsi. Derken Alparslan “Üstadım hiç şiir yazdınız mı son zamanlarda?” diye bir soru soruyor.
Üstad gülüyor ve “artık siz gençler yazın” diyerek birkaç kelam ediyor. Ardından yarım saat boyunca arkadaşların siyasi soruları bağlamında daha çok siyasi bir konuşma yapıyor Üstad. Benim bir ara ona gözlerimi kırpmadan bakmamla duygulanmam bir oluyor. Gözlerim doluyor, bunu fark edip sürekli bana bakıyor konuşurken. Sözünün bir yerinde: “Keşke bir gazetemiz olsaydı” diyor. Zihnime, kalbime bir çengel gibi gelip ilişiyor bu söz. Öyle içten bir edayla söylüyor ki bunu…
Topu topu kırk beş dakika olan bu ziyarette, görevli abi içeriye giriyor ve han’ın kapanma vaktinin geldiğini söylüyor. Üstad’da gülerek “bizim han biraz erken kapanıyor” gençler kusura bakmayın diyor. Gözlerim yaşlı gülüyorum. “Siz” diyorum içimden; “bu medeniyeti, doğu’yu, alnı aydınlık insanları, çeşmelerinden akan sularıyla Anadolu’yu, İbrahim milleti’ni, sevdiğinizi, kötülükleri şerha şerha yarıp bizim kalbimize akıtan siz, bu köhne han’ın kapanma saati geldi diye gidebiliyor musunuz? Bu han’ı kapatanlar, içeride Sezai Karakoç’un olduğunu bilmiyorlar mı?” Telefonuma bir mesaj düşüyor: “Onu görmek nasıl bir şey?..” Nil’in bütün suyunu içmiş de kanmamış bir çöl gibi içim diyorum. Babasını, Yakub’u gören Yusuf gibi.
Taha Süren'ın Yazısı.