Ocak  2010 Yazı Atölyesine Gelen En İyi Yazı

Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu: Yazı çalışmalarını göndermek denildiğinde akla genelde ‘şiir,’ ‘hikâye’ veya ‘deneme’ gelirken, senin bir film eleştirisini düşünmen başlı başına dikkat çekici. Yazmaya devam etmeni öneririm. ‘Yazı Atölyesi’nde bu ayın yazısı olarak, senin yazını sunuyorum okuyucularımıza.

Cihan Taştan

Himalayalılar, binlerce yıl evvel söylemiş(miş): “Bakın! Bizim takvimimiz 12 Aralık 2012’de bitiyor. Muhtemelen çok büyük bir felaket yaşanacak; belki Kıyamet kopacak. Hazırlıklı olun!” diye. Ama kimse aklına getir(e)miyor çölde doğan Güneş’in (s.a.s) ahir zaman ile ilgili haberlerini. İnsanların fikren, aklen ve insaniyet itibarıyla onun haber verdiği birçok kıyamet alametini ve felaketleri yaşayacaklarını...

Bu yazıda, film hakkında yorum yapmayacağım. Belki birkaç küçük nokta benimkisi... İşin ehli olmayanların her konuda söyleyecek birkaç, hatta birçok cümlesinin olduğu bu zamanlarda, ehil olmadığım ‘film eleştirmenliği’ dünyasında iz bırakmak hadde düşmez lügatimde.

Uzun zamandır yazı da yazmıyordum. Birçok farkındalıkları not etmiş, odamın duvarlarını kaplarken; bende bu dünyanın raksına kapılmış: “Acaba Doğuya mı dönsem, Batıda mı doğsam?” fikrî karmaşıklıkları içinde ruh-i cânımdan bir hayli ayrılmıştım.

Yazı yazma hissinin susuzluk zannı verdiği şu son demlerde; belki hiçbir konu olmasa bile 2012 filmini izlerken arkadaşımın yaptığı yorumla, artık kalem kendini tutamaz oldu: “Sen sussan da ben mürekkebimi akıtacağım” naralarıyla, yine not defterimin sayfalarını karalamaya başladı.

Kendimi bildim bileli, kıyamet senaryoları içeren ve ustaca yapılan film kareleri beni heyecanlandırmıştır. (Ha tabii, bu senaryoların hemen hepsi bizim dini anlayışımıza ve inanışlarımıza uymaz, o ayrı bir tartışma konusu.)bulunan bir seyircinin ölümden korkarak “Yahu, gerçekten bir son var. Ayağımızı biraz denk alsak iyi olacak galiba” düşünceleri içerisine dalmış olabileceği olasılığından kaynaklanıyor.

Doğum bir kanunsa, ölüm elbette onun kaçınılmaz bir sağlamasıdır. İnsanoğlu değil midir, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyada yaşayan? Peki biz nasıl da ıskalıyoruz; doğarken kulağımıza sadece ezan okunurken, öldükten sonra ezansız, sadece cenaze namazımızın kılındığını... Başka bir deyişle, sonsuz bir hayat ile mukayese ettiğimizde; dünyadaki hayatımızın sadece bir ezan ile bir namaz arasında geçen kısacık bir süreden ibaret olduğunu, neden fark edemiyoruz? Belki elimizdekileri kaybetmek zihnimizdekileri kaybetmekten daha zor geliyor. Hem belki, daha fazla acı veriyor.

İşte bu duygular içerisindeyken filmi izliyordum. İnsanların her zaman bu dünyaya zarar vermiş olsa da (en bilinen zarar, gündemdeki “Küresel Isınma”), eninde sonunda yine kendi türünün soyunu kendi eli ile kurtarma yetisine sahip olduğunu bu filmde de alenen ve zahiren gördüm. Elbette, herşeyin O’nun iradesinin izni dahilinde gerçekleştiğini unutmadan.

Film, güneşte gerçekleşen bir patlamanın dünyada oluşturduğu yıkım etkisinden kurtulmak için, sadece ‘özel’ kişilerin, en sonunda kurtarılmalarını sağlayan araçlara binmeleriyle sonuçlanıyor. Burada kurtarılan insanları nitelediğim ‘özel’ sıfatı, bu kişilerin insan haklarının değil, para haklarının kimde olduğuna bağlı olarak seçildiği anlamına geliyor. En azından yönetmen, “Öyle olsaydı muhakkak böyle olurdu” yaklaşımıyla, insanlığın içinde bulunduğu bencilliğin, umursamazlığın ve zulmün seviyesini objektif olarak aktarmış.

Filmin temasına dalmış halde oluşturulan karakterlerin şu anki insanları nasıl temsil ettiğini düşünürken, arkadaşımın “Abi bak, biz de güçlü olmalıyız. Bir gemi bileti alacak zenginliğe bizim de sahip olmamız lazım gelecekte. Neme lazım, güneş patlar mı patlar, dünya yıkılır mı yıkılır” cümleleri benim için ilk perde bitmeden insanların hangi perdelere takıldığını görmek bakımından, “The End” yazısını gözümün içine sokmuştu birden.

Hep düşünürdüm: “İnsanlar sonları geldiğinde, büyük ihtimal, artık kaçacak yerlerinin olmadığını anlayacak; belki ilk, tek ve son kez Yaratana dönme fırsatını aramaya koyulacaklardır” diye. Ama nafile! Bir noktayı atlamışım; insan yine insan. Bir tane fazla nefes alma zamanını bulmak için dahi en yakınındaki insanları ya da kendi insanlığını unutabilen varlık, dünyanın en zeki yaratığı olan insandır. Biraz açarsam, yeri geldiğinde kendisinde olan inancını bir kenara atabilen; sanki binler sıfır başındaki bir 1 olan varlığımızın tek gayesi olan imanını dahi katledip koca sıfırlar arasında kaybolmaya ve batıp gitmeye müstahak olabilen, Allah karşısında tek ve has muhatap olan yine insanoğludur.

Filmi bırakıp arkadaşımın üstüne filmde patlayan ancak içimden saçılan volkanların lavlarını püskürtürken, bir sessizlik çöktü aramıza. Ancak bir rüzgârdı geldi geçti misali, birkaç dakika sonra komik karelerden birinde oluşan gülüşmelerin tek bir anlamı vardı artık: “Ölüm kapıyı çalmadan, hatta onu da geçtim, gelip boğazını sıkmadan, insanların çoğu gözünü sımsıkı kapayacak; devekuşu misali başını toprak altına gömerek, avcının onu görmeyeceği aldatmacasıyla hayatına devam edeceğini sanacaktır.”


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.