Sürekli gelgitler yaşıyordun, sürekli bunalıyordun. Bütün bu süreç boyunca, dış baskılar ne kadar çok olursa olsun, asıl sıkıntı ve bunalımlar senin kendi içinde yaşanıyordu. Tam tabiri ile “kendine inanmıyordun, kendin ile sıkıntın vardı”.

Bundan üç sene önce, lise kıyafetlerin üzerindeyken karşılaşmıştık seninle. Nasıl da abine benziyordun, nasıl da utangaç ve şirindin. En sevdiğim arkadaşlarımdan birinin kardeşi olduğun için yerin bambaşkaydı. O buluşmamızda “mutlaka görüşelim” demiştim ve birkaç gün sonra buluşmak üzere bir teklifte bulunmuştum sana. Sen de, şöyle bir düşündün ve “geleceğim inşallah” dedin. Belirlediğimiz gün ve saat geldiğinde, baktım ki oradasın. Şaşırdım, sevindim. Seni alıp gönüllü olarak yaptığımız çocuk faaliyetlerine götürdüm. Çok heyecanlıydın. Kalbinin küt küt attığını duyuyorduk desem yeridir. Çok korkuyordun sana söz veririm diye, bir şey sorarım diye. Öğrenciler bir yandan beni dinliyordu, bir yandan da dikkatlice sana bakıyordu. Dileğim şuydu: Sen de gönüllü bir eğitimci ol, sen de çocuklara bildiklerini anlat.

Uzun bir zaman sendeki fobileri yenmek için çabaladık. Aileden getirdiğin o çekingenlik ve utangaçlığa çevrenin baskısı da eklendiği için, neredeyse kapalı bir kutu gibiydin. “Haydi sıra sende, çocuklara bir şeyler anlat” diyordum, renkten renge giriyordun, “yapamayacağım” deyip moral bozukluğuna uğruyordun. Birçok defa hazırlandığın halde başarısızlıkla sonuçlandı denemelerimiz. Sana inaniyorduk. Bu yüzden, “abi ben yapamayacağım, benden eğitimci olmaz, konuşmak istemiyorum” dediğin halde seni bırakmadık. Her fırsatta inisiyatif almanı, çocukların karşısına çıkıp bildiklerini anlatmanı istedik. Sen ise şöyle düşünüyordun: “Ben kim oluyorum ki anlatacağım, çocukları bilgilendireceğim?”

İnanır mısın, sendeki bu duygu ve düşünceleri yıkmak için çok uğraştık. Çünkü biliyordum ki sen kendi ellerinle kendine bir set çekiyordun ve “bu benim sınırım, bunun dışına çıkamam” diyordun. Erdal Demirkıran’ın dediği gibi, kartal olma istidadı taşıyorduk lakin tavuk gibi yaşıyorduk.

Gel zaman git zaman, tecrübe kazandıkça korkuların azaldı. Hatta öyle bir noktaya geldik ki, çoğu zaman çocuklarla tek başına buluştun, tek başına faaliyetlerde bulundun. Zaman gösterdi ki, kendine çizdiğin sınırlar aslında vehimlerden ve hayali korkulardan ibaretmiş. Bir şeylerin içine girmeden, bir şeylerde kötü dahi olsa tecrübe kazanmadan ilerlemek çoğu zaman  imkansızmış.

Derken ÖSS sınavına girdin ve iyi bir not alamadın. Ailen, gönüllü olarak katıldığın eğitim faaliyetlerine yan gözle bakar oldu, hoşlanmaz oldu. Çünkü onlara göre sen, sadece ÖSS’ye odaklanmalıydın ve ne olursa olsun ÖSS’yi kazanmalıydın. Öyle bir baskı altındaydın ki, gözlerine bakan herhangi biri bile müthiş bir gerilim içinde olduğunu anlayabilirdi. Sürekli gel-gitler yaşıyordun, sürekli bunalıyordun. Ama şu var ki kıymetli kardeşim, bütün bu süreç boyunca, dış baskılar ne kadar çok olursa olsun, asıl sıkıntı ve bunalımlar senin kendi içinde yaşanıyordu. Tam tabiri ile “kendine inanmıyordun, kendin ile sıkıntın vardı, kendi güneşinin bulutuydun”.

Bilmem kaç defa, ailenden şikayette bulundun, yaptıkları baskı yüzünden strese girdiğini ve daraldığını söyledin. Seni gördüğümde elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım. Sanırım, “sen kendine inanmadıkça” başarılı olamadım. Hayatta her şeyin ÖSS olmadığını, hayata kendimizin bir anlam vermesi gerektiğini, yaşadığımız her şeyin bir imtihan olduğunu onlarca kez söylememe rağmen, iş dönüp dönüp ÖSS’ye takılıyordu ve kazanamazsan hayatının biteceğini, her şeyin berbat olacağını söylüyordun.

En son çare olarak, yatılı bir yurda kaydını yaptırdın ve gece gündüz çalıştın. Herkes şahittir çalıştığına. Kaderin bir cilvesi olarak, lise eğitiminin yetersiz olmasından dolayı, ikinci deneyişinde de ÖSS’den iyi bir not alamadın. Ailen şoka uğradı, sen sanki dünyanı kaybetmişçesine üzüldün. Ya sonra? Şimdi bir yerde çalışıyorsun. Kendi tabirinle, “kaydın gittin”. Ah benim güzel kardeşim. Şimdi senin şahsında bazı şeyleri dile getirmek istiyorum.

HERKES BİLDİĞİNİN HOCASI, BİLMEDİĞİNİN ÖĞRENCİSİDİR

Boş kapla ikram olmaz, doğru. Lakin hayatta hepimiz, az çok bir şeyleri biliyoruz ve bildiklerimizi başkalarına aktarmak bir çeşit sadakadır; bildiklerimizin sadakası. Sen ilk zamanlar çok direttin, “yapamam, edemem, ne biliyorum ki” dedin. Halbuki küçücük çocuklar için senin anlatacakların her zaman değerlidir. Kaldı ki sen 17 yaşındaydın o zamanlar. O yaştaki bir gencin söyleyecek hiç sözü olmaz mı Allah aşkına? Unutmayalım, hepimiz bildiklerimizin hocası, bilmediklerimizin öğrencisiyiz.

ÖSS’DE KAYBEDEN NEREDE KAZANIR?

Üniversite sıralarına gelip de, birkaç yıl içinde okulu bırakan, bir şekilde okulla ilişkisi kalmayan insanları gördükçe, ah keşke şu ÖSS için öğrenciler bu kadar paralanmasa diyorum. Kıymetli kardeşim, hayat o kadar sürprizlerle dolu ki… Gönül ister kazanmayı, üniversite okumayı. Ama olmuyorsa, olamıyorsa “bittik” mi demek? Üniversite okumuş biri olarak sözlerim belki çok anlamlı gelmeyebilir. Ama azıcık elini vicdanına koy da söyle: “Üniversite okuyan öğrencilerin çoğu neden mutsuz? Neden birkaç yıl içinde yüzlerce öğrenci okuldan bir şekilde ayrılıyor? Kıyasımız eğer başarıya göre ise, büyük iş adamlarının kaçı üniversite mezunu?”

EN KÖTÜ AİLE SENİNKİ DEĞİL!

Sanırım o yaşlarda çoğumuz, ailemizin dünyanın en kötü ailesi olduğunu düşünüyor. Babamızın baskısı, annemizin beklentileri bize o kadar ağır geliyor ki, şu koskoca dünya daracık gelebiliyor, bizi daraltabiliyor. Tamam, anne ve babalar olayı fazla abartıyor olabilirler ama sanırım bizler de en az onlar kadar abartıyoruz. Hayatımıza kendimiz bir anlam veremezsek, en ufak bir dış etken bile bizi yıkabilir. Bu yüzden kıymetli dostum, ailemizi kötüleyerek aslında bir yerlere varamıyoruz. Herkes vazifesini yapıyor ister istemez.

BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN

Sevgili kardeşim, aradan yıllar geçti ve bakıyorum senin boynun hala bükük. Diyelim ki ÖSS’yi kaybettin, yaptığın iş görüşmesinde kendini ifade edememene, başını yere eğmene sebep olabilir mi bu? Ah ah… İş için görüştüğün bir genel müdür yardımcısı seni çok sevdiği halde işe alamadığını şu ifadelerle dile getiriyordu: “Word ve Excel bilse, hafiften üzerindeki şu isyankar havayı atsa, biraz kafasını toplayıp hayattan ve kariyerinden beklentisi konusunda mülakatçıyı biraz ikna edebilse belki bir yerden başlayabilecekti hayata… Çünkü mülakatçı, iş dünyasının o rekabetçi ortamında en iyi adaya odaklanmıştı. …..’nın yetişmesi ve eğitilmesinin zaman ve gerçekleşme riskini alamazdı.”

SEVDİĞİN İŞTE ÇALIŞ, ÇALIŞMAKTAN KURTUL!

Görüyorsun ya, şu an mutsuzsun. Neden? Birçok sevdiğinden ayrıldın, çalıştığın işte de mutluluğu bulamadın. Konfüçyus’un şu sözü ne kadar manidar: Sevdiğim işte çalıştım, çalışmaktan kurtuldum. Kıymetli kardeşim, şu an yaptığın iş maddi anlamda seni tatmin ediyor mu bilemem. Bildiğim şu: Bir insan sevdiği bir işi yapmadığı sürece çalışmaktan zevk alamaz ve o yaptığı iş ona şifa vermez. Araştırmalara göre işini severek yapmak insana birçok manada şifa olarak geri dönüyormuş. Dilerim şartlarını zorlarsın ve sevdiğin bir işe kavuşursun. Dile Hak’tan, yaratır yoktan…

* Kelam-ı Kibar


Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.