Aç ve Bağımlı İnsan Öfkeli Olmaz mı?
Süleyman Ragıp Yazıcılar / Genç Haber Merkezi / @suleymanragip
Sanal dünya üzerinde yazılarını severek okuduğum Vedat Bilgiç ile özel bir röportaj yapmak istedim. Kendisi temel eğitimini yeni bitirmiş bir psikiyatri hekimi. Müzik ve sinema ile ilgilenmekle beraber bazı edebiyat dergilerinde ve internet sitelerinde insan ve psikoloji üzerine yazılar kaleme almaya çalışıyor.
Hem dış dünyada, hem de kendi iç dünyamızda sürekli bir koşturmaca, dinmek bilmeyen bir fırtına var sanki. Tarif edemeyeceğimiz bir tatminsizlik yaşıyor gibiyiz. Bir yazınızda dediğiniz gibi: “Var olana razı olabilmiş kişi çok azdır ama sahip olduğu halde razı olamayan çoktur.” Sizce bu tatminsizliğimizin ve rızasız bir hayat sürmemizin temelinde ne yatıyor?
Neyin koşuşturması bu? Önce bir durup düşünelim! İnsan temelde neyin peşinde koşuyor? Diğer canlılarla benzer olan yönümüze yani bedensel anlamda insana bakarsak, doğar doğmaz kendisinde var olan bir emme refleksiyle yaşamaya çalışıyor. Temel amacımız hayatta kalmak. O yüzden en temel dürtü açlıktır. Ama bu bilinçle düzenlemiş bir şey değil. Doğamızda hazır kodlanmış olarak geliyoruz dünyaya. Yüksek beyin işlevleri geliştikçe, anlam dünyasına açıldıkça, fiziksel bedenin ötesindeki açlıklar ortaya çıkıyor. İşte sorun da burada başlıyor. Anlam dünyasının açlıklarını fiziksel dünyanın doyumlarında aramak belki sorunun temeli olabilir. Artık insan daha çok nesneye sahip olmadan yaşayamaz hale geldi.
İnsanlar sahip oldukları şeye olduğundan fazla anlam atfederler. Herhangi bir ayakkabının kaliteli ve güzel görünmesinden öte hangi markayı taşıdığı önemli ise işte o zaman ayakkabı artık sadece bir ayakkabı değil, kişinin anlam sofrasını süsleyen bir gıda haline dönüşür. Meşhur ve pahalı bir mekânda yenilen bir yemek, özel bir markaya ait pahalı ev eşyaları kendimizi daha değerli hissetmemize yol açıyor. Yani elbette insan değerli olma, özel olma çabası içinde olacaktır. İnsan bunu hak ediyor da. Ama bunu elde etmek için seçtiği yol belki sorunlu olabilir.
İşte var olana razı olabilmek için bütün bu eşyalara atfettiğimiz anlamları, aranması gereken yerde arayabilirsek eşyanın köleliğinden kurtulabiliriz belki. Bu arayış ise kişinin kendine kalmıştır. İster bilim-felsefe-hikmet-sanatla, ister yardımlaşma, dostluk, diğerkamlıkla, isterse başka bir yolla bu anlam açlığını doyurur.
“Varoluşsal bir varamamışlık hissi” üzerinde duruyorsunuz. Biraz daha açar mısınız bu konuyu?
Varoluş kavramı kolay izah edilebilecek bir şey değil. Aslında kişinin bu kavram üzerinde düşünüp kendi cevabını araması gerekmektedir. Her insan bir seyyah gibi kendi yolculuğuna çıkar ve sonunda varacağı bir yer vardır. Yolda olan herkes yolun nereye gittiğini düşünür. İnsan için kesin olan tek durak ölümdür. Ölümle bilinçdışı veya bilinçli olarak insan sürekli uğraşıyor. Hepimiz yaşam ve ölüm zıtlığının ürettiği yakıtla yol alan bir tren gibiyiz. Âşık Veysel’in dediği gibi; iki kapılı bir handa gidiyoruz gündüz gece... Bütün kaygılar, korkular, hüzünler aslında ölümden doğar. Olumlu duygular ise yaşama iştiyakından. Yemek yemek bile bir başkaldırıdır aslında ölüme. Bütün bu yolculuk boyunca varacağı son durağa ilişkin kaygıları ve kaçışları yaşar insan. İşte bu yolculuğun anlamı üzerine kafa yorabilirse, motivasyonlarını sorgulayabilirse, neyi neden yaptığını ve bütün olan biteni anlamlandırabilirse yani ölümle sorununu hasbelkader çözebilirse işte o zaman rahat edebilir. Varoluşçu psikoterapi ekolü de bu tür kaygıları çalışır, aslında güzel konu ama çok uzun olduğundan bu kadarla yetinelim.
“Kendine ilişkin genel bir bilinçsizlik, bütün insanlığın ortak mirasıdır” der Jung. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Bu bilinçsizlik halini nasıl bilinçli bir hale döndürebiliriz?
Başımıza gelen olayları kendimizden bağımsız gibi algılarız. Aslında yer yer sağlıklı bir savunma mekanizması gibi görünse de bizim kendimizle yüzleşmemize engel teşkil eder. Aslında sandığımızdan daha fazla tesir ediyoruz kendi hayatımıza. Hayatın bir dayatması gibi algıladığımız birçok şeyin, şimdiyle veya geçmişimizle ilgisi var. Hatta dedelerimize kadar uzanır bu etkiler. Yine Jung’un bir sözünü hatırlatmak isterim diyor ki; “Şu an yaşadığımız krizlerin çok uzun bir geçmişi vardır”. Adeta biyolojik genlerle fiziksel özelliklerimizin aktarıldığı gibi psikolojik davranışlarımız da etkileşim yoluyla aktarılır. İlk bebeklik dönemlerinde annemizin yaşadığı bir travma bize tesir ediyor, var sayalım ki bu babamızla olan çatışmasından kaynaklandı. Babamızın hayatındaki geliştirdiği davranış kalıplarına onun babasının kişilik yapısı belirgin şekilde etki ediyor. O yüzden derler ya armut dibine düşer diye. Sonuç olarak bu dünyanın yer çekimi kuralı olduğu gibi psikolojik anlamda da neden sonuç ilişkisine dayalı kuralları var ama görünmüyor. Bunu bilmek neye yarar derseniz, bazı şeyleri değiştirme imkânı tanındığını anlamamıza yarar derim. Etrafından şikâyet eden bir kişinin çoğu zaman domino taşlarını aslında kendisinin yıkmış olduğunu fark etmesi ve iç görü kazanması bir hazine bulmak kadar değerli değil midir?
İnsan dış seslere kulağını kapatınca iç sesleri duymaya başlıyor demişsiniz bir yazınızda. İç seslerden kastınız nedir? İçimizdeki sesler bizi neye çağırıyor?
İnsan her ne ararsa içerde aramalıdır dışarıda değil. Bu arayış için biraz sessizlik ve kendini dinleme gerekir. Dış dünyadan sürekli bir input bombardımanı altındayız. Sesler, resimler adeta beyin bilgisayarını kilitlemiş durumda. İdrakimizi tasavvurumuzu bir yaprak gibi önüne katmış savuruyor. İnsan bu gürültüde kendini duyamıyor. İç sesler gönlün, vicdanın, aklın sesi, bizi insan olmaya çağırıyor. Her insanın bu sese kulak vermesi ve düşünmesi gerekir. Herkes okumayı bilir de düşünmeyi bilmez, genç arkadaşların düşünmeyi öğrenmesi gerekir.
Sizce genç kuşağın en büyük sıkıntısı nedir? Size tedaviye gelen gençler en çok neyden şikayetçi? Bu konuda neler yapılmalı?
Bize başvuran gençler en çok öfke şikâyetiyle geliyor. Aile içi iletişim problemleri ön planda gençlerde. Birde modern zaman afyonu internet var tabiî ki. Gerçek yaşamda varolamayan gençler, hayali bir dünyada geçici rahatlama bulan uyuşturucu bağımlıları gibi saatlerce internete sığınıyorlar. Aç ve bağımlı insan öfkeli olmaz mı?
Teşekkür ederiz...
Düşünen Şarkılar
Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gören hastaların yazdıkları şiirler, Teoman, Ahmet Özhan, Soner Arıca, Betül Demir, Mercan & Rashit ve Demet Sağıroğlu gibi ünlü sanatçılar tarafından seslendirilerek, ‘Düşünen Şarkılar’ adlı bir albüme dönüştü.
Albümün tanıtım toplantısı 15 Mart 2011 Salı Günü The Marmara Hotel’de BRSHH Başhekimi Doç. Dr. Erhan Kurt ve Bilim İlaç Genel Müdürü Dr. Erhan Baş’ın katılımıyla gerçekleştirildi. Prodüktörlüğünü Hakan Eren`in yaptığı “Düşünen Şarkılar” adlı albüm, Psikiyatri Uzmanı Dr. Vedat Bilgiç ve Müzik Eğitmeni Volkan Uruk tarafından hazırlandı.
Detaylı bilgi için: http://www.hekimedya.org/oku.php?yazi_id=1218
Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.