Osmanlı Yıkıldı Biz de Yıkıldık!
Züeyha Sayın
Son bir isteğim var sizden, ezanı okuyayım beni öyle alın diyor. Ezanı okuyor askerler götürüyor bir daha ne haber alınabiliyor ne dönebiliyor. Kızı fırından çıkmış ekmeği sarıp sarmalayıp babasına yetiştirmeye çalışıyor ama olmuyor. Ulviye teyze o yemek boğazımızda kaldı diyor gözyaşlarını tutamayarak.
Ülkelerinde üç saat içerisinde sürülen insanların ülkesi, Kırım. 1944’te Stalin döneminde verilen emirle evlerini boşaltıp nerdeyse hiçbir şey almalarına müsaade edilmeden trenlere doldurulup Sibirya’ya, Özbekistan’a, Ural’a sürülmüşler. Ailenin her bir ferdi farklı vagonlara konmuş 24 gün aç susuz yolculuk yapılmış. Açlıktan ölenler olmuş onlar yollara atılmış, atılanları yollarda kurtlar parçalamış. Bir istasyonda durulmuş bir vagon orada indirilmiş başka bir istasyonda başka bir vagon. Böylece aileler parçalanmış hem ülkelerinden hem de ailelerinden bir anda koparılmış insanlar. Ta ki 1988’e kadar sonra yavaş dönebilmişler geriye. Şimdi yeniden bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Evlerini bile elleriyle yapıyorlar. Önce bir mutfak bir oda yapıp içine giriyorlar sonra yavaş yavaş evin diğer kısımlarını yapmaya devam ediyorlar.
İstanbul’dan yola çıktıktan bir saat on dakika sonra başkent Simpeforol’e varıyoruz. Kırım bir yarım ada, önceki adı Akmescit. Osmanlı Yeşil ada diye isimlendirdiği bu ülkede 308 yıl kalmış. 1783’te de Ruslar hakim olmuş bu bölgeye.
Vize işlemleri uçaktan inince alanda yapılıyor. Aslında çok uzun sürmeyecek işlemler için bir saate yakın bekliyoruz. İşlemler çok yavaş ilerliyor. Bagaj kontrolündense yemek ve benzeri şeyleri geçirmek oldukça sıkıntılı ama onun da kolay yolu varmış. Eğer getirdiğiniz yiyeceklerden bir kısmını temiz bir poşet geçirilmiş çöpe! bırakırsanız rahatlıkla geçebiliyorsunuz. Genel olarak ülkedeki işleyişin böyle olduğunu söylüyorlar; okulda, hastanelerde. Havaalanı çıkışında bizi rehberimiz Osman karşılıyor. Osman üniversiteyi Türkiye’de okumuş. O kadar güzel ev sahipliği yapıyor ki kendimizi adeta evimizde hissediyoruz.
Nikahlar camilerde kıyılıyor
İlk durağımız Akmescit’teki Kebir Cami. İçeri girdiğimizde ise bir sürpriz bizi karşılıyor. Bir imamın kıydığı nikaha şahit oluyoruz. Burada nikahı camide görevlendirilen hocaların kıyabildiğini rehberlerimizden öğreniyoruz. Ardından Yalta yolu üzerindeki Livadia Sarayı’na geçiyoruz. Burası Yalta Konferansı’nın yapıldığı Roosevelt, Churcill ve Stalin’in 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyayı şekillendirdiği yer olarak tarihe geçmiş. Bizdeki saraylardan çok uzak, daha çok resim ve belge ağırlıklı, soğuk ve ruhsuz bir yer. En çok dikkatimizi çeken şey ise her odanın giriş kapısı arkasında sandalyede oturan odalardan sorumlu yaşlı kadınlar.
Buradaki olanları da tanıklarından öğrenmek üzere birçok yere uğruyoruz. Aynı zamanda birçok yerden de davet alıyoruz. Hepsine uğramak mümkün olmasa da olabildiğince gönül yapmaya çalışıyoruz. Kapıdan selam bile verseniz en azından bir kahve ikram etmek için seferber oluyorlar. Öncelikle girdiğimiz bütün evlerde donatılmış sofralarla ve yöresel tatlarla karşılaşıyoruz. Tatarlar çok misafirperver, Türklere karşı da ayrı bir muhabbetleri var. Sofraları çok geniş çiğbörek, samsa ve mantıları çok leziz. Bizdeki gibi çorba kültürleri pek yok daha çok haşlama gibi. Çorbanın içerisinde parça halinde havuç, parça halinde et görmeniz mümkün. Yeşil çay çok yaygın. Çay ve benzeri şeyleri küçük kaselerde içiyorlar. Başta garip gelse de sonra biz de çok alışıyoruz bu duruma.
Bizi Ku’ran korudu
Yalta’dan dönüş yolunda Ahnad Amca’ya misafir oluyoruz. Ahnad Amca sürgün gerçekleştiğinde 15 yaşındaymış. Bir gün ansızın askerler geldi kapının kilidini kırarak içeri girdiler ve bizi dışarı çıkardılar diyor. Ben pabuçlarımı bile giyemedim annem de hemen Kuran’ını aldı elbisesinin içine sakladı. Bizi o korudu diyor. Aç susuz günlerce yolculuk yaptıklarından bahsediyor. Söylediği en alıcı cümle ise ‘Osmanlı yıkıldı bizde yıkıldık’ oluyor.
Dedemin yiyemediği yemek bizim boğazımızda öyle kaldı!
Başka bir evde de Ulviye Teyze ile karşılaşıyoruz. Pek vaktimiz yok, olsa saatlerce hoş sohbet edecek çok güleç bir teyze. Türkiye’den geldiğimizi duyunca ayrı bir muhabbetle karşılaşıyor. O gülen yüzünden sürgün zamanlarını anlatırken gözyaşları tane tane akıyor. Dedem müezzindi diyor. Birgün eve geldi bana yemek hazırlayın ben çok iyi karnımı doyurayım diyor bir şeyleri sezmişcesine. Siz hazırlayın ben ezanı okuyup geleyim diyor, camiye girerken askerler alıyor. Son bir isteğim var sizden, ezanı okuyayım beni öyle alın diyor. Ezanı okuyor askerler götürüyor bir daha ne haber alınabiliyor ne dönebiliyor. Kızı fırından çıkmış ekmeği sarıp sarmalayıp babasına yetiştirmeye çalışıyor ama olmuyor. Ulviye teyze o yemek boğazımızda kaldı diyor gözyaşlarını tutamayarak. Babasını da müezzin oğlu diye içeri alıyorlar on yıl hapishanede kalıyor, Uliviye Teyze’yi de yurda veriyorlar, annesi açlıktan ölüyor. Tam 16 yıl sonra babası onu buluyor ve kucaklaşıyorlar. Sürgünden memleketlerine geri döndüklerinde camide ilk ezanı duyunca Ulviye Teyze gözyaşlarını hakim olamıyor. Biz oradan ayrılırken de ezan okunuyor. Ezanla birlikte o şen şakrak insan gidiyor yere çömeliyor öyle uzaklara dalıp gidiyor. Ne çok acı saklı içlerinde diyebiliyoruz sadece.
Bize rehberlik yapan Emine de Kırım Tatarlarından. PDR mezunu fakat ülkede başörtülü çalışmanın mümkün olmadığını ifade ediyor. Üniversitelerde problem yok ama bu şekilde çalışamıyoruz diyor. O da çok daha hayırlı bir iş yaparak oradaki Tatarları bir arada tutarak onlarla haftada bir ya da daha sık buluşarak tamamen unutturulan dinlerini yeniden anlatmaya çalışıyor. Emeği çok. Eşi de Tatar Ankara Gazi Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almış ama onlar buradaki rahat yaşamı bırakıp ülkelerine hizmet etmeye dönmüşler. Adı Lenur. Burada Lenin’den türetilmiş isimler çok yaygın. Lenur, Lenure…
Bayram günü misafir olduğumuz Lenure Teyze de gözyaşlarıyla anlatıyor yaşadıklarını. Her evde başka ama benzer acılar var. Emine’nin büyük annesi de sürgünü yaşayanlardan. Ama o biraz daha şanslı gittiği yerde bir aile onu sahiplenmiş. Yıllar sonra ailesi kendisini bulduğunda ise belki acı bir tarafı da var ama vefa örneği göstererek benim ailem beni büyütenlerdir deyip onlarla kalmayı tercih etmiş.
Gönlü geniş hizmet eden insanlar var
Genelde İstanbul’a gelmiş ailelerle de karşılaşıyoruz. Sivastopol`de küçük bir köye gidiyoruz ziyaretler için. Bize rehberlik eden imam ve eşi. Kendisi Hüdayi’de eğitim almış ülkesine geri dönmüş. Güzel olan şu ki o da orada hizmete devam ediyor. Ziyaret ettiğimiz aileleri tek tek tanıyor. Yakından alakadar oldukları çok belli. Yine bir sabah evine misafir olduğumuz Sabri Amca’nın da kızı Hüdayi’de eğitim almış. Ms hastası olan kızı Türkiye’de tedavi olmuş ve ülkesine dönmüş. İki oğlu da hafız olan Sabri Amca evinde çocuklara din eğitimi vermeye devam ediyor. Ama Rusça kitaplara ihtiyacımız var diyor eşi. Burada ihtiyaç çok. Kuran-ı Kerim birinden alınıp diğerine veriliyor. Kıbleyi bulmakta bile zorluk çekildiğini söylüyor yaşayanlar.
Düşündüğümüzün aksine çok küçük bir Tatar kitlesiye karşılaşıyoruz Kırım’da. Nüfusun yüzde 11.5’unu Tatarlardan oluştuğunu öğreniyoruz.
Son olarak Kırım Hanlığı’na başkentlik yapmış olan Bahçesaray’ı da görüyoruz. Aslında küçük bir Topkapı Sarayı. Her odasında o dönemin yaşayışını anlatan düzenlemeler yapılmış. Biraz ileride de İsmail Gaspıralı’nın mezarı ve Zincirli Medrese’yi ziyaret ediyoruz.
Küçük bir Rusya’yı andıran bu ülke aynı zamanda tipik bir Karadeniz şehri gibi. İnsanları da bir o kadar bizden. Yolculuğumuz boyunca bize şöförlük yapan Server Bey bile gözleri dolmuş ve kızarmış halde bizi uğurluyor. Rehberlerimiz Emine ve Osman havaalanına kadar bize eşlik ediyor. Hüzünlü bir yer olarak zihnimizde iz bırakıyor Kırım. Yetim kalmış, kanadı kırık insanların ülkesi olarak.
GENÇ'ın Yazısı.