Yazıyı Şirk Koşmamak Lazım!
Taha Kılınç
Usulünce söyleyin, etkisini O’na bırakın. Etkisine de siz ‘yaratmaya’ kalkarsanız, dahası yazdıklarınızı evrensel doğrular gibi insanlığa ‘kakalama’ derdine düşerseniz, dilinizden dökülen her kelime, ancak değerinizi düşürür.
Ne zaman yazı yazmak için otursam, kendimin de keyifle okuyabileceği bir yazı yazmak derdine düşerim. Uzun cümleler, sanatlar, süslemeler yerine, duru ve vurucu bir anlatımı tercih ederim. Ya da, bunu değerlendirmek son tahlilde okuyucuya düşeceğinden, şöyle demem daha doğru olur sanırım: Duru ve vurucu bir yazı yazdığıma inanırsam, ancak o zaman tatmin olurum.
Okurken beni en çok geren ve rahatsız eden yazılar, yazarın buyurgan bir üslupla kaleme aldığı, ya da kendini olmazsa olmaz bir yere konumlandırarak, anlattıklarını sanki dünyanın en kesin gerçeğiymiş gibi sunduğu yazılardır. Mesela içinde şöyle cümlelerin geçtiği yazılar: “Hep söylerim!”, “Yazdım, dikkate alınmadı”, “Senelerdir söylüyorum!”, “Ben yazdıktan sonra, yanlışı düzelttiler”, “Beni okuyup görüşlerini değiştirdiler”, “Yazdığım halde...” vs... Böyle cümlelere rastladığımda yazara bir daha bakıyorum ve “Abi / Abla hakikaten şaka gibisin!” deyip geçiyorum.
Hakikaten de şaka gibiler. Günümüz dünyasında artık aidiyetlerin ve şeyh / mürit misali okur / yazar ilişkilerinin hızla azaldığını, bazı uç örnekler dışında yok olduğunu, insanların artık birçok değişik konuda çok farklı isimleri izleyebildiklerini göremiyorlar. Dahası, kendi yetiştikleri dünyanın şartlarını henüz hâlâ geçerli sandıklarından, yazdıklarına kayıtsız-şartsız itaat eden bir okuyucu kitlesi bekliyorlar. İtiraz ettiğinizde önce anlamazdan geliyorlar, sonra hırçınlaşıyorlar, nihayetinde de sizi bilgisizlik ve toylukla damgalıyorlar.
Oysa, kayıtsız-şartsız itaat eden bir okur kitlesinin, bir yazarın en büyük düşmanı olduğunu bir fark etseler... “Ah üstadım, hayranınızız! Mükemmel!” diye yağ çeken okur tipinin, insanı bir adım bile ilerletmediğini bir görseler... Ama belki de göremedikleri için, böyle okur tiplerine muhtaç oluyorlardır, kim bilir. Ya da böyle okurlar yüzünden, o haldedirler. Kadim, yumurta-tavuk dilemması!
* * *
Bir de, hayat boyu kayda değer şeyler yazamamanın acısıyla, kifayetsiz muhteris acı turşu amcalar / teyzeler / dedeler / nineler var. Yazı denen tuhaf maceraya atılırken, bu yolun esas ilkesinden, yani “Yaz, hiçbir karşılık beklemeden yaz, sen sadece inandığını söyle, yeter. Gerisi tarihin ve talihin işidir” ilkesinden habersizdir bu tür ‘üstad’lar. Hem de üstüne üstlük, hakikaten üslup ve içerik bakımından da çekicilikleri yoktur. Senelerin ezberini, belirli günler ve haftalar kutlamaları gibi, tekrarlar giderler.
* * *
Yazmak şahitlik yapmaktır, evet. Ben yazmayı müthiş önemserim. Çevremdeki herkese de yazıyla bir şekilde ilişkiye geçmelerini tavsiye ederim.
Ama her şeyin aşırısının, bir şekilde bünyeye lüzumsuz gelmesi gibi, yazı da, insan kendisini fazla kaptırdığında amacını ve işlevini kaybeden, insanın yolunu tıkayan, kalbini ve dimağını körelten, onu tatsızlaştıran ve yalnızlaştıran bir düşmana dönüşür.
Dahası, iş, bir noktadan sonra insanın imanını da ilgilendiren bir tehlike çizgisine doğru ilerler. “Vazgeçilmez” bir iş yaptığını sanmak, bir yerde Rahman’ın gücü hakkında sorular sordurmaz mı? En azından “Sana mı muhtaç yani?” dedirtmez mi? Dahası, yazar açısından, mesele, adeta şirk koşmaya varmaz mı? Ne demek istiyorum?
Başta iddia ettiğim gibi, ‘duru ve vurucu’ ifade edeyim derdimi. Bakalım başarabilecek miyim:
Bir tane bile ümmet edinemeden bu dünyadan göçen nice peygamber varken, biz kimiz yahu? Siz kimsiniz yahu? Allah’ın eskimez doğrularını bile dünya nüfusunun ancak dörtte biri dikkate almış görünürken, onlar da dönüp doğru dürüst okumazken, siz kim oluyorsunuz ve hangi incileri yumurtluyorsunuz da böylesine ekşiyorsunuz? Usulünce söyleyin, etkisini O’na bırakın. Etkisine de siz ‘yaratmaya’ kalkarsanız, dahası yazdıklarınızı evrensel doğrular gibi insanlığa ‘kakalama’ derdine düşerseniz, dilinizden dökülen her kelime, ancak değerinizi düşürür.
GENÇ'ın Yazısı.