Burası İstanbul Efendi Olun!
“Burası İstanbul”un İstanbul’u ütopik bir yer. Hatta buraya “Proje İstanbul” denilebilir. Ayıpların olmadığı, ünlem işaretinin kullanılmadığı, beden ve hayâ üzerine bir lahza düşünülmesi akledilemez bir yerdir bu İstanbul.
Ülkemizde gençliği, belinden ve paçasından yakalamış bildik bir blucin markasının reklâmı dönüyor televizyon kanallarında. Reklâmın sloganı “Burası İstanbul”. Anne kızına çıkışıyor: Hep süs süs süs, kızın cevabı: Burası İstanbul. Reklâmın diğer bölümlerinde gelenekselliği temsil ettiği anlaşılan, az çok örf adet görmüş bir dış ses var ki bu anne, baba ve koca. Daracık pantolona, her yanların meydanda olmasına, bu kılıkla başkalarına görünülmesine, hafiften de olsa karşı çıkıyorlar. Fakat cevap aynı: Burası İstanbul. Blucin işine girecek değilim, ancak Necip Fazıl’ın 1978 yılında kaleme aldığı bir blucin yazısından kısa bir bölüm aktarmak istiyorum sizlere: “Yaz geldiği için kadınlar (blucin) pantolonlarını çıkarıyor ve böylelikle soyunmuş olmak yerine adeta örtünmüş oluyorlar. Belden aşağısını sıkı bir eldiven gibi güya örterek teşhir eden kadın pantolonları işte böyle bir rezalet. Blucin ise çıplaklığın ötesinde bir keşif, süper çıplaklığa taş çıkartan bir keşif…”
Reklam, yazın bunaltıcı gecelerinde musallat olan azgın sivrisinekler gibi ruhumun her tarafını ısırıyor. Belki ne var bunda, tüketmek için ağzı sulanmış zavallılara atılmış sıradan bir zoka diyebilirsiniz. Gelin görün ki bu meselelere takmış, zavallı ruhum, öküz altında buzağı arıyor. Bir blucin reklamından sonra kafamın içinde dolanan kavramlardan işte sadece bir kaçı: Fatih Sultan Mehmet, modernite, geleneksellik, dindarlık, aile, anne baba çocuk ilişkisi, karı koca ilişkisi, Taksim, İstiklal Caddesi, Karaköy, Pera Palas, Laila, Reina, boğazın aşiretleri, Galata Kulesi, II. Mahmut Türbesi, Ziya Gökalp, Kültür Bakanlığı Türkiye tanıtım filmleri, suriçi, Eyüp Sultan, Yahya Efendi, Merkez Efendi, Aziz Mahmut Hüdayi …
Burası İstanbul… Bu İstanbul neresi derken reklâmın sonunda ortaya çıkan Galata Kuleli İstanbul silüeti dank ediyor kafama. Galata Kulesi ve vapur düdüğü sesi ile tanıtılan İstanbul’u sevmiyorum, sevemedim. Kültür Bakanlığı’nın şimdi yapılıyor mu bilmiyorum ama, bir zamanlar dansöz fotoğraflı ülke tanıtım afişlerini ve kitapçıklarını hatırlatıyor bana. Azıcık bizden olanların gözüyle koskoca bir ülke tanıtımı yapılıyordu. Galata Kulesi, sanki bizden olmayan bir mahallenin şiarı, sembolü, inadına yüksek. Fetih’ten sonra suriçine alınmayan gayri müslimlerin mahallesi Karaköy, Galata, Taksim. Kültür ta o zamandan şekillenmiş. Taksim’de İstiklal Caddesi, hayâsızlığın adeta istiklal ilan ettiği bir yer. Ya hu bir mekân, bir şehrin genel atmosferiyle bu kadar mı tezat olur. Herhalde reklâmın İstanbul’u burası.
Modernizmin muhafız alayı kadrosunun İstanbul’u bu İstanbul. Bu İstanbul’da yaşayanlar insanı, hayvanî şehvet planından, fikrî ve ahlakî bir zemine davet edici davranışlara gericilik diyorlar. Adına inkılâp denilen, devrim denilen, ne dersen denilen, kendini benimsetmek için biricik dayanağı kadın olan, dünyada eşi benzeri olmayan bir muasır medeniyet safsatası bu şehirde yaşanıyor.
İsyankâr ve muvazenesini kaybetmişlerin İstanbul’u ile bizimki aynı değil. Tarlabaşının pis, günah kokan apartmanları ile sabah namazına uyanan bizim yaşadığımız apartmanlar bir değil. İçkiyi su gibi tüketen ayyaşlarla, içki satan dükkânların önünden kaçar adım uzaklaşan bizim mahallenin İstanbul’u bir değil. İstanbul Üniversitesi’nin kapısının üstünde yazan ayete, Orhun Kitabesi harfleri gibi yabancılık hisseden blucinli kızlarla, bizim mahallenin okuma hakkı elinden alınmış küskün nazenin kızlarının İstanbul’u bir değil.
İstanbul’un fethi, Doğunun ruhunu, Batı toprakları üzerinde hâkim kılmak isteyen bir milletin hamlesiydi. Hz Peygamber, onu fetheden komutanı, askeri övmüştü, dolayısıyla İstanbul’u övmüştü. Övülen İstanbul herhalde bizim İstanbul’du; blucini ile fink atanların değil.
Blucin reklamının “Burası İstanbul”u, olsa olsa içinde edep, haya, terbiye, tarih, kültür, tekke, türbe, selatin cami barındırmayan bir yerdir. Senenin belli günlerinde blucinli kızların ve erkeklerin bir araya gelip alçaldıkları, rock festivaline, utanarak ev sahipliği yapan Hazerfen Havaalanı burası olabilir.
“Burası İstanbul”un sakinleri üstüne üstlük bir de içinde “Lale devri çocuklarıyız biz” dizelerinin geçtiği şarkı patlatabilirler. Çünkü onların İstanbul’unun Lale Devrinde, belediyenin son yıllarda diktiğinden daha çok lale soğanı dikiliyordu. Ama birileri onlara şunu hatırlatmalı. Lale devrinin özelliği acı gerçeklerden bir nevi kaçışı ifade ediyordu. Geçmişin dertleri, geleceğin endişe ve kaygıları debdebe, zevk ve safa ile unutulmaya çalışılıyordu. O zamanda Batının üstünlük sebebi anlaşılamamıştı. Blucinli kızların İstanbul’unda da Batının üstünlük sebebi hala anlaşılamamış anlaşılan.
“Burası İstanbul”un İstanbul’u ütopik bir yer. Hatta buraya “Proje İstanbul” denilebilir. Ayıpların olmadığı, ünlem işaretinin kullanılmadığı, beden ve hayâ üzerine bir lahza düşünülmesi akledilemez bir yerdir bu İstanbul. Hatır sayılmaz bu topraklarda, büyük yoktur. Kırk yıl bir yastığa baş konmaz bu şehrin evlerinde, vefa bir semtin adı bile değildir.
“Burası İstanbul”un İstanbul’unda Eyüp Sultan yok, Sultan Ahmet, Süleymaniye yok. Yuşa’nın haşmetli mezarından korkan çekinen de yok. Kültür ayrı, medeniyet ayrı diyerek blucinli kızlara yüz sene öncesinden kotluk kumaş hazırlayan Ziya Gökalp’in mezarının da bulunduğu II. Mahmut Türbesi de yok.
Velhasıl İstanbullarımız da ayrıymış. Ha benim İstanbul’um neresi. Zaman zaman değişmekle birlikte, bu satırları kaleme aldığım bir ikindi sonrası, Küçükçamlıca’da bir caminin birinci safında, içeriye ışık şualarının girdiği, minberin yanındaki pencerenin önünde, her iki yanımda iki nurani yüzlü amcanın bulunduğu noktadır. Sırtına Peygamber müjdesini çekmiş hakiki İstanbul, benim için bugün burasıdır.
Ali Can'ın Yazısı.