İrtica hep gelir ama bir türlü varamazdı. Akşamları yatağımızın altını kontrol eder öyle yatardık bu korkudan. Araplar bizi sırtımızdan bıçaklamıştı. Ermeniler kesmişti. Ayıdan post, Moskof`tan dost olmazdı. Biz hep haklıydık ama komşularımız bize düşmandı.

Ne güzel günlerdi: Sabahların köründe, okul bahçelerinde boy sıralarına dizilir; varlığımızı Türk varlığına armağan ediverirdik. Yazda ve ayazda. Tek tip üniformalarımız vardı ve bu; hangimizin zengin, hangimizin fakir olduğunu gizlemeye yarardı. Utanmazdık yani toplumsal sınıfımızdan.

Ne de mutluyduk “Türküm” derken. Kürt yoktu o zamanlar. Kayı Boyu`nun kışın güneye göçenleri; kar üzerinde yürürken kart kurt diye sesler çıkarırdı. Araplar bizi sırtımızdan bıçaklamıştı. Ermeniler kesmişti. Ayıdan post, Moskof`tan dost olmazdı. Biz hep haklıydık ama komşularımız bize düşmandı. Türk`ün Türk`ten başka dostu yoktu netekim! Dostsuz ama dertsiz günlerdi. Her kötülüğün arkasında Amerika vardı. Lakin Amerika`yı da Türkler keşfetmişti.

İrtica hep gelir ama bir türlü varamazdı. Akşamları yatağımızın altını kontrol eder öyle yatardık bu korkudan.

Tarih boyunca 16 büyük devlet kurmuş olmakla övünür ama yıkılmış olmalarından söz etmezdik hiç. Vahdettin haindi. Vatan işgal altındayken Osmanlı padişahlarının sarayda günlerini gün ettiğini herkes bilirdi. Kasım sabahları sirenlere üfürülürdü. Dakikalarca “saygı dururduk” ulusça. Sevgimizdendi bu. Yoksa saygı durmayanlara ceza kestiklerinden değil.

Bizde kına 3 kişiye yakılırdı o zamanlar: ...Üçüncüsü askere giden körpelere: Vatanlarına kurban olsunlar diye... Nitekim olurlardı da. Bilmezdik neden kurban edildiklerini. Umursamadığımızdan değil. Söz konusu vatan ise gerisi teferruattı ya ondan... Her Türk asker doğardı. Ve vatan bizim anamızdı. Ama nedense hep ölmemizi isterdi...

Sonra... Aradan yıllar, yıllaar geçti...

Anladık ki o pazartesi sabahları bizi okul bahçelerine dizmelerinin sebebi; körpe küçük beyinciklerimizi yıkamakmış. Ağaç yaşken eğilirmiş. Ve bizi yaşken eğmezlerse ileride çıramızı yakamayabilirlermiş. Yoksa büyüyünce zor olurmuş. Çünkü o zaman bilgiyi tek kaynaktan almaz, kendi istediğimizi okuma, izleme, düşünme ihtimalimiz olurmuş. O zaman bize öl dediklerinde ölmeyebilir, daha da kötüsü “Neden?” diye sorabilirmişiz.  Neden ölenlerin çoğunun analarının başlarının kapalı, nutuk atanların eşlerinin başlarının hep açık olduğunu sorduğumuz gibi mesela?

Ne kadar mutlu olacağımız ezberletilirmiş ki “Türküm” derken; ileride tereddüde düşmeyelim “varlığımızı  Türk varlığına armağan” ederken. Hepimiz Türk olsak da bir kısmımız daha beyazmış. Ve Türk`ün beyaz olanı makbulmüş.

Sınıfsız toplum olmazmış ve bir örnek üniformalar bunu sağlamaya yetmezmiş. Zaten tek tip toplumlar gelişemezmiş.  Ama böylesi; yönetici “sınıf”ın çıkarlarına daha uygunmuş.

Kürt diye bir kardeşimiz varmış. Çanakkale`de, Kurtuluş Savaşı`nda birlikte ölmüşüz. Urfa`yı birlikte kurtarmış, Antep`te birlikte yaralanmışız. Nasıl bizim varsa onun da kendi dili, lehçeleri varmış. Ve bizimkinin olduğu gibi onun da özgürce konuşulma hakkı varmış. Allah`ın dileğiymiş bu: “...dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun delillerindendir...” (Rum 22) dermiş. Kardeşmişiz. Hepimiz birden ve hepimiz birlikteyken bu ülkenin asli unsurlarıymışız. Birlik, bütünlük ve barışı korumanın yolu; hoşgörü, diyalog ve adaletten geçermiş meğer. Ancak kurt postuna bürünmüş tilkiler sevmezmiş barışı. Yandaşlarından ya da karşıtlarından olması önemli değil: Senelerdir dökülen kana borçlularmış oylarını.

İrtica tehdit değil; bir yönetim aygıtıymış  yasama, yürütme, yargının yanında. Kitleler en iyi korkuyla güdülürmüş. Ve irtica bir öcü değil; muhayyel bir sevgiliymiş rejim bekçilerinin koynunda.

İlkçağ, Ortaçağ, Yeni Çağ, Yakın Çağ... diye değil; gerçek ve resmi diye ikiye ayrılırmış tarih. Gerçek, açığa çıkacağı günü beklerken; resmisi, rejimi sağlamlaştırmaya yarayan bir payandadan başka bir şey değilmiş. 

Asker olan Türkler gibi; doktor, mühendis, mimar, bilimadamı, sanatçı, sporcu  Türkler de doğarmış. Ve bu bir sakatlık sayılmazmış. Vatan bizim anamızmış gerçekten de. Ama ölmemizi değil; her ana gibi öpüp koklamak, sevmek; mutlu bir gelecek kurmak istermiş esasında. Gel gör ki muhabbet tellallarının eline düşmüş. Elinden bir şey gelmezmiş. Ölmemiz istenen savaşlarda biz kaybederken onlar kazanırmış...

Peki “Ne mi olmuş?” da bütün bu gerçekleri fark etmişiz: Hiç.

Hakikat bir güneşmiş. Brandayla örtülemezmiş. Pranga vurarak doğması engellenemezmiş. Zamanı gelmiş; doğuvermiş. Her şey doğal seyrindeymiş...


Sinan Özgenç'ın Yazısı.