İbrahim Paşalı ile uzunca muhabbet ettik. Röportaj kelimesinden pek hoşlanmıyor. Röportaja davet ettiğimde de, röportaja değil, çay içip muhabbete gelirim demişti. Uzun yıllar Açık Radyo, Marmara FM gibi radyolarda yaptığı “Gece Yürüyüşü” isimli programını 2008 yılında bıraktı. Ama dinleyicilerinin yanı sıra, onu dinlememiş, sadece adını duymuş insanlar arasında bile tam bir efsane olarak dolaşıyor bu program. Sonra iki kitabı, “Öğle Uykusu” ve “İstanbul Kriterleri.” “Bu kitapları geceleri, seher vakitlerinde yazdım, o saatlerde okunmalarını temenni ediyorum” diyor. Sizi bu güzel muhabbete ortak kılıyoruz, siz de çayınızı elinize alabilirsiniz…

Birçok kişi seni radyo programlarından tanıyor abi. Ben bu şansı kaçırdım ama kitaplarını edindim. Hala toprağın üstündeysek, huşuyla ve ısrarla İstanbul’dan bahsedelim” diyorsun. Nelerdir “İstanbul Kriterleri?”

Ben, uzun yıllar boyunca İstanbul’dan gitmek için uğraştım. Uzun bir zaman bunun için uğraşmış biri için Allah bu lafı o insana dedirtir. O noktaya nasıl geldim? İnsan genelde kendisiyle uğraşır. Kendisini beğenmek ya da beğenmemekle… Yürürken vitrinlerde kendi aksını seyredersin. İnsanların bakışlarında hep kendini görürsün. Ama bazı kırılma noktaları vardır ki: İnsan kendinden umudunu kesmiştir. “Ben artık tamamım, olduk artık.” Böyle çok istisna kırılma zamanlarında insan kendisiyle ilgilenmez ve etrafını seyreder. Yani bir özne olarak değil, adeta kamera gibi bakar etrafa. İşte böyle zamanlarımda ben, İstanbul’u seyretmeye başlamıştım. Mesela son on yılda İstanbul hakkında birçok kitap çıktı, tam bir patlama var. Ne tür kitaplar bunlar? İstanbul’un gizli kuytu köşeleri, gezilecek yüz yeri, gezi rehberi vs. vs. Yani ansiklopedilerin genişletilmiş şekli, seviyelere göre. Benim bu kırılma zamanlarımın bir tanesinde İstanbul silüetinde Süleymaniye dikkatimi çekmişti. Salacak sahilinde tarihi yarımadayı seyrettiğimde Süleymaniye bana daha farklı, daha güzel gelmeye başlamıştı. Hatta bir takıntı derecesindeydi bu. Gece aydınlatma ışıklarının bozulduğu zamanları bile bilirim, o kadar seyrederdim düşün. Sultanahmet daha albenilidir. Şerefe sayısı daha çoktur, mahyalarını yaktığı zaman tam bir genç kıza benzer. Ama gençtir bak tırnak içinde… Süleymaniye daha bir olgunluk dönemidir. Biri yirmi yaşını temsil ediyorsa diğeri kırk yaşını temsil eder. Gördüğüm zaman içim bir hoş olurdu. Tam bir inşirah duygusu. Hiçbir mekan bana o duyguyu vermedi İstanbul’da. Her halükarda Allah sana, aradığını buldurur. İstanbul hakkında kitap yazmışım, ama şimdi bana İstanbul hakkında elli tane genel kültür sorusu sor, en az yarısını bilmem.

Şam’dan bakan bir insan dünyaya daha alçaktan bakmıştır, İstanbul’dan bakması gerekir diyorsun kitabında?

Şam ilk başkent. Orada yaşayan insanları, mesela eski gravürleri düşün. Yol kenarında atını bağlamaya çalışan bir tüccarı düşün. Sokaktan geçen sadece gözleri görünen bir dilberi düşün. Şimdi bu insanlar, o atmosferde belli bir havayı soluyorlar. Soludukları havanın içerisinde –mecazi anlamda- dağılmış olan bir bilgi var. Biz bu bilgiyi laboratuarda bir sıvıyı tahlil eder gibi tahlil edebiliyoruz. Diyelim ki; içinde tefsir var, siyer var, siyaset var, fıkıh var, müzik – edebiyat var. Boş bir zamanında git bak, kadınların alışveriş yaptığı mağazalarda şu anda bir liraya, iki liraya domates kabuğunu dahi soyabilen soyacaklar var. Bu kitaplarda geçmez. Şu anda İstanbul’da bütün ev kadınları, kulaktan kulağa tecrübeyle, hararetle tavsiye ederek o objeyi birbirlerine tavsiye etmişlerdir. Yirmi yıl sonra İstanbul hakkında bir şey oku, bu bilgiyi göremezsin. İstanbul bir kavşak noktasıdır her anlamda, öğrenciler gelir, işadamları gelir, derviş gelir, o gelir bu gelir… Şam’da bir zamanlar böyleydi işte. Ama Şam’ın kavşak olması sınırlı bir şeydir. İstanbul’a gel, aradaki farkı anlarsın Balkanlarda ülke, devlet falan yok mesela. Üsküp’te eskort sirenleri duydum caddede, biri geliyordu, belki başbakandı. Bizde eskortlar tahminen kaç km hızla gider?

En az 120 km…

Aynen, rüzgar gibi geçer değil mi? Polis, ana caddeyi kapatmış Üsküp’te, eskortlar 30 km hızla gidiyor! Niye o zaman yolu kapatıyorsun? Güvenlik amacıyla… Hızlı gitmen lazım ki, bir sniper ateş edemesin mesela. Caydırma amaçlıdır bu hız. Şunu hissettirir: “öldürsem de yakalanırım.” Dolayısıyla, devlet tecrübeleri yok, eskortları almışlar, ama 30 km ile gidiyorlar. 30 km ile gideceksen trafiği niye kapattın!? İşte ben bu örneği bir yerde okuyamam ileride. Mesela benim gezi fotoğraflarımı göremezsin hiçbir yerde. Ben gittiğim yerde, değil fotoğraf makinesi, yanımda kağıt kalem bile götürmem. Maksat orijinal olmak için değil. Fotoğraf çekersen orada rahat rahat dolaşamazsın, sadece fotoğraf çekmiş olursun. O kadar Bosna yazısı var, Mostar hakkında yazı var, Mostar’ın kulelerinden bir tanesinin adı Halep’tir. Şam’dan bakmak dedin ya? Burada bir ideolojiye ihtiyacım yok benim, İslamcılık argümanlarına da ihtiyacım yok. İdeolojiyle diriltmeye çalıştığım şey orada var zaten. Benim orada Şam sokağı yazmama gerek yok, var zaten! Üsküp’e git, Beyrut pazarı var. Bizim bu Fetih Törenlerinden de vazgeçmemiz gerekiyor. Hep bir sunum yapıyoruz: “Biz buraya sonradan geldik, burayı askeri güçle ele geçirdik.” Fetih 1453’te olup bitti, tamam bırakın. Ama biz, 1950’den sonra meydan okumak için Fetih Törenlerini gündeme getirdik. 500 yıl geçmiş, sen hala bu topraklara yerleşemedin mi?

Modern dünyada herkesin bir gözlüğü var artık. Kimisi yeşil camlı gözlük takıyor, kimisi kızıl, kimi turuncu… Dünyayı kendi renginde nasıl göreceğiz? Bu köre kırmızıyı anlatmak kadar zor mudur? “Sade ekmeği bildiğimiz günler” geride mi kaldı?

Gözlük olarak kullandığımız şeyler ideolojilerdir. Bizim idealize ettiğimiz, temenni ettiğimiz bir dünyanın fotoğrafıdır. Fetih ile söylediğim şey mesela az önce; yaz bunu, “Hain mi bu?, Fethin düşmanı mı yoksa?” derler. Çünkü o gözlükle bakıyor, onsuz bir cümle kuramıyor. Fetih diye bir kutlamamız mı vardı bizim? Yunanistan ile bizim ilişkiler gerildiğinde yeniden bir meydan okuma olarak gündeme getirildi. İslamcılığın, kuramlarının önemli bir kısmı Kahire’de üretildi. Bir çoğu da önemli işler gördüler. Ama sloganlar buzdağı gibidir. Yani altta bir dağ olmalı. Çoğunun bir temeli olmasa bile bize bir şeyleri unutturmadılar. Asıl mesele şudur: Uzay mekiği düşün; uzaya çıkana kadar yakıt tanklarını kullanır. Atmosfere çıkınca onlardan ayrılır. İşte sloganların da işlevi tam budur. Kahire’de Memluk eserleri var, Türkçe’de de bir kitabı var Raymond Aron’un, “Yeniçerilerin Kahiresi” isminde. Arap milliyetçileri ile bizim birçok İslamcı arkadaş, Osmanlı’yı değerlendirdiklerinde Mısır örneğinde şunu sorarlar: Osmanlı, mesela Balkanlara yaptığı yardımı Kahire’ye, doğuya yapmamıştır. Mısır’da bir Osmanlı eseri göremezsin, birkaç cami vardır sadece derler. Raymond Aron kitabında şunu ispat ediyor: Memluk eseri diye bilinen eserlerin önemli bir kısmı Osmanlı eseridir. Kahire çıkışlı İslamcı ağabeylerimiz bu binaların önünden geçti, ama Osmanlı buraya yatırım yapmadı sadece vergi aldı dediler. İnanç başka bir şey yetenek, akıl başka bir şeydir. Kürt açılımı bir Amerikan projesi diyorlar ya. Türkiye Cumhuriyeti de, bir İngiliz Projesiydi(!) Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları İngiltere’nin çok işine geliyordu. İşte aynı mantık; Osmanlı için onu söyleyen, bu sözü kaldırmak durumunda. İngiliz tarihçi Toynbee, “Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti” derken, bizi çok sevdiği için mi bunu diyordu!?

Geçenlerde İran’ın bir voleybol takımının antrenörüyle tanışmıştık. Mecid Mecidi’den, Eftekhari’den bahsettik ona. O da Tatlıses’den, Hasan Şaş’dan bahsetti bize. Adresini, telefonunu yazdı ve ülkesinde bizi misafir etmek istediğini söyledi. Yani bu kadar temas yeterli oluyor kardeşliği hatırlamak için. İbrahim Paşalı neden Arapçaya, Farsçaya, Boşnakçaya, Azericeye çevrilmiyor? Neden biz onların yazarlarını okuyamıyoruz?

Okur –yazar adamlar popüler işlere dudak bükerler. Mesela Sibel Can, Tatlıses falan de mesela. İran’a git Sibel Can hayranı hepsi. Bu popüler şeyler sana koridor açıyor. Koridoru kitaplar açmaz bence. Gelenek kavramı mesela, negatif bir kavramdır aslında.

Biraz daha aktüel konular konuşalım. Bir yazında sırf ayakta kalan bir tekkeyi görmek için otobüse atlayıp Amasya’ya gittiğinden bahsediyorsun.

Allah’tan arada böyle şeyler yapıyoruz. Arada darbe yiyip rayından çıkmazsan, aynen bir inek gibi hayatı seyrediyorsun.

Genç Dergisi diyor ki: “Genç arkadaşlar; bir derdiniz olsun.” Bu toprağın çocuğu hangi dert ile dertlensin abi sence?

Derdini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim diyorum ben. Neyi dert ediniyorsun? Ben, gece yarısı program yaparken, telefon bağlantısı yapardık. Arayanlar dindar insanlar. Biraz klasik konuşursun baştan, adı soyadı gibi… Derdiniz nedir?, bu saatte ayaktasınız, “Çeçenistan’ı düşünüyorum, Kudüs’ü düşünüyorum, ne olacak bu Müslümanların hali diye düşünüyorum” derlerdi. Hep bu sloganlar. Bir program yapmıştım: “Hiç aşık oldunuz mu?” başlığında. Çok tepki topladı. “Kim ulan bu zibidi!” dendi. “Müslümanların daha ciddi problemleri varken, Çeçenistan, Bosna bu haldeyken ne diyor bu?” dendi. Şimdi bir adam, bir derdi taşıdığında, onun ortaya bir eseri çıkar. Şimdi sen bana, “Kudüs’ü düşünüyorum” mu diyorsun? Ama ortada söz olarak bile bir eserin yok!

Yirmi yıldır Kudüs, aynı cümlelerle savunuluyor.

Ben bu konuyla ilgili ağır bir yazı yazmıştım, Gerçek Hayat’taki ilk yazılardan biridir bu, o da acayip tepki çekmişti. Bizim İslamcılarımız yıllarca Kudüs edebiyatı yaptı. Ama hiçbiri Kubbet-üs Sahra ile Mescid-i Aksa’yı birbirinden ayırt edemiyordu. Bugün, Ahmet Cevdet Paşa gibi bir adam olsaydı, “adam” diyorum bak dikkat et, bir tane adam olsa bu sorunlar çözülürdü. Boşnaklar kırk yıl orduya adam vermemişler zamanında. Tanzimat’a en çok direnenler Boşnaklardır. Resmen silahlanıyorlar biz pantolon giymeyiz diye. İslamcı arkadaşlar bugün Bosna’ya gidiyorlar, sokaklarda bakıyorlar ne sakallı insan var ne başörtülü. “Bunlar hiç savaştan ders almadılar mı?” derler. Cevdet Paşa’nın hatıralarını oku, der ki; Bunlar diyor, evlenmeden feraceye girmezler diyor. Karasal iklim olduğundan geç olgunlaşırlar o yüzden de geç evlenirler. Nişan falan bile yapmazlar, ama hangi gencin hangi gençle evleneceği az çok belliyse, bazı şeyleri serbest bırakırlar. Gezip dolaşabilirler. Fakat, çok iffet sahibidirler diyor. Allah selamet versin Türkolog Amina Şilyakyesenkoviç’e bu durumdan bahsettim, dedi ki: “Ben genç kızdım, bir tane ninemiz vardı, hep kocasını eleştirirdi, dedi. ‘‘Bu kadar sevmiyorsan niye evlendin onunla?’’ diye sormuşlar nineye. O da cevap vermiş: ‘‘Ben evlenmeyecektim zaten, eli elime değdi!” demiş. Budur, eli eline değdi diye evlenirler. Meselelere salt bakamayız. Cevdet Paşa diyor ki: “Ulemadan birçok kimse Boşnakların bu adetlerini yadırgarlar ve gayrî İslami bulurlar. Fakat unutmamalıdır ki, adetler, fıtrat-ı sanî’dir. Kolay kolay değişmezler.” Bak biz bunları çok küçümsüyoruz. “Kur’an’da var mı? Sanki Kur’an google!! Herşey Kur’an’da olsa Peygamber(s.a.v)’e gerek yoktu anlamına gelir bu. Allah gökten kitap yağdırmaktan aciz değil. Her kavme bir kitap gönderirdi.

Genç Dergisi ve Genç okurları adına teşekkür ediyorum abi…

Eyvallah, ben de teşekkür ederim, hepsine selam ederim. 


Taha Süren'ın Yazısı.