Yazı Sabredenlere Gelir!
Yazının özünü, aslını oluşturan ifade kabiliyeti Allah’ın herkese verdiği bir yetenektir; sonrasında insana düşen ise, ‘yaz’ı ve ‘yazı’yı görmemize vesile olacak bir sabır ve gayretin içine girip bu ifade kabiliyetini geliştirmektir.
İnsan hele ki bir yola koyulup o yolda ilerleme arzusunu içinde duymasın, insana hayırlı işler yaptırmama azmiyle kuşanmış İblis’in sesi hemencecik kulaklarımızda beliriverir. Bir ümitsizlik aşılama kampanyası başlar kulağımızın dibinde: “Yapamazsın.” “Sende bu kabiliyet yok.” “Çok uğraşman gerek.” “Şartlar müsait değil.”
Hangi hayırlı alana yönelse, hangi hayırlı yola girse insana musallat olan bu durum, yazmaya, hele ki Allah için ve Allah yolunda yazmaya gönül verdiğinde de insanın başına gelir. Üstüste yediğimiz ümitsizlik darbeleri içinde, habire sendeler, habire kendimizden kuşku duyarız: “Yapabilir miyim?” “Gerçekten mümkün mü?” “Bak iki satır bile ilerleyemedim.” “Uff, olmuyor işte...”
Şeytan acelecidir; ve bize de daha baharın başındayken meyvesiz ağacı gösterip bu ağacın hiçbir zaman meyve vermeyeceğine inandırmaya çalışır. Ya ağaçtan, ya ağacın içinde bulunduğu ortamdan hareketle, bunun asla mümkün olmayacağına bizi ikna etmek ister.
Halbuki, Kur’ân üzerine övgü ve hayranlık dolu sözlerin, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam üzerine bir şiirin de sahibi olan, imanla bu dünyadan göçtüğünü umduğumuz büyük Alman şairi Rainer Maria Rilke, “Yaz gene de gelir, ama yalnız sabredenlere gelir” diye yazar Genç Bir Şaire Mektuplar’da. “Bunu, gönül borcu duyduğum acılar içinde öğreniyorum: Sabır herşeydir” diye devam eder üstelik.
Rilke’nin ‘yaz’a dair söyledikleri, ‘yazı’nın da gerçeğidir. Kıvamında bir yazı, yalnız sabredenlere gelir. Âlemlerin Rabbi her insana kendini ifade kabiliyeti vermiştir; ama sözle, ama yazıyla, ama hareketle, ama çizgiyle her insanın başka insanlara aktaracağı düşünce ve duyguları vardır; ve hiçbir insan, içinde taşıdığı düşünce ve duyguları ömür boyu içinde saklayarak huzur bulamaz. İnsan ‘nâtıka’ sahibidir; konuşmak, ifade etmek, aktarmak, paylaşmak ister. Bunun en kalıcı yolu ise, yazmaktır.
Bu gerçeği sürekli aklının yedeğinde tutan bir kalem sahibi olarak, kendilerinin herkesin yapamayacağı çok çok özel bir iş yapıyor olduğunu hissettirmek isteyen kimi kalem erbabının dile getirdiği, birçok taliplinin de yolun başında veya yakın bir yerinde kendisine inandırdığı bir düşünceye asla katılmıyorum: Madem ki, Allah her insana ifade kabiliyeti vermiştir, bazı insanlara başka insanlardan farklı olarak ‘yazar doğmak’ gibi özel bir yetenek verilmiş değildir. Yazının özünü, aslını oluşturan ifade kabiliyeti Allah’ın herkese verdiği bir yetenektir; sonrasında insana düşen ise, ‘yaz’ı ve ‘yazı’yı görmemize vesile olacak bir sabır ve gayretin içine girip bu ifade kabiliyetini geliştirmektir.
Dolayısıyla, işin gerçeği şudur: Yazar doğulmaz, yazar olunur! Allah vergisi nâtıkasını ‘yazar olarak’ kullanır hale gelmemizi mümkün hale gelmesi ise, en başta fiilî duamız, dikkatimiz, sabrımız, yoldaki devamlılığımız ve sebatımız ile ilgilidir. Eğer duamız, dikkatimiz, sabrımız ve sebatımız daimî ise, yaz da, yazı da muhakkak gelir. Belki kiraz gibi geç çiçek açıp erken ve harikulâde bir meyve vermek herkesin kârı değildir; ama erken çiçek açıp geç meyve veren kızılcık misali de olsa, sabrın ve sebatın sonu muhakkak zaferdir.
Helen Keller isimli bir Amerikalı kadın, bunun benzersiz bir örneğidir. Zira, Keller’ın yeryüzünde belki çok az insanın başına gelen bir kaderi vardır. Henüz ondokuz aylık bir bebek iken geçirdiği bir ateşli hastalık sonucu hem kör, her sağır, hem de dilsiz hale gelmiştir. Düşünce ve edebiyat tarihi, âmâ yazarların, sağır yazarların, dilsiz yazarların varlığını haber verir; ama Helen Keller da üçü birden vardır. Kördür, göremez. Sağırdır, duyamaz. Daha sadece ‘su’ diyebildiği bir sırada, ondokuz aylık iken duyamaz hale geldiği için, konuşamaz da.
Gelin görün ki, ilerleyen yıllar, çok uzun ve sabırlı bir öğrenme sürecinin akabinde Helen Keller özel öğretmenliğini yapan Anne Sullivan’la birbirinin parmağına harfler yazmak suretiyle iletişim kurmayı başarmış; sonrasında Harvard gibi dünyanın en itibarlı üniversitesinin o dönemde kadınlara mahsus kısmı olan Radcliffe Kolejinden mezun olmuş, zamanla yalnızca birkaç kişinin anladığı garip sesler suretinde de olsa konuşmayı öğrenmiş, ve biri tam 50 dünya diline çevrilmiş kitapların yazarı haline gelmiştir. Âlemler Rabbinin insana verdiği ‘ifade kabiliyeti’ eğer ümitsizlik ve sabırsızlık ile söndürülmez ise, işte kör, sağır ve dilsiz bir insan dahi ‘yazar’ olabilir. Tıpkı âmâ ressamlar, kör fotoğrafçılar, sağır bestekârlar olabildiği gibi...
Sözün kısası, asıl mesele, zaman, zemin, şartlar, ortam değildir. Asıl mesele, içimizdeki ifade kabiliyetini ve iştiyakını ‘yazı’ kalıbına dökebilmektir.
Bunun öncelikli gereği ise, yola koyulurken kulağımıza ümitsizlik veya sabırsızlık fısıldayan sözleri duymazdan gelmeyi başarabilmektir.
Bu başarılabilirse, gerisi gelecektir...
YAZI ÇALIŞMALARINIZI BEKLİYORUZ!
Önümüzdeki sayıdan itibaren, ‘yazma’ya dair yazımızın yanında, sizden gelen yazılara dair değerlendirmeler yapıp, bu yazılar arasından seçtiklerimize de sayfamızda yer vermeyi planlıyoruz.
Üniversite yıllarında bir basın kuruluşun hayli hacimli kütüphanesinin tasnifiyle yaklaşık üç yıl uğraştığım için, şöyle bir gerçekle de karşılaştım: 1950’li, 60’lı yılların kimi dergilerinde bir ortaokul veya lise öğrencisi olarak gönderdiği yazı dergide yayınlanmasa bile değerlendirmeye tâbi tutulmuş kimi isimler vardı ki, 80’li yıllarda bu isimler artık fikir ve edebiyat hayatımıza mühür vurmuş simalar arasına girmişlerdi.
Aynı şekilde, bugünün Genç dergisine yazı gönderen isimler, ilerleyen zaman içinde neden düşünce ve edebiyat hayatımıza müstesna bir yer edinmesin?
yaziatolyesi@gencdergisi.com
Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.