En Çok Neyi İstemeliyim?
Gözleri gök kadar parlak bir genç, hakîme gelip şunu sordu:
— Dünyada en çok neyi istemeliyim?
Hakîm o gün biraz dalgın gözüküyordu. Başını kaldırmadan, sanki geçiştirir gibi kısa bir cevap verdi:
— Seni en çok ne istiyorsa onu!
Genç, hakîmin ilgisizliğine takılmak istemedi. İlgisini her kelimeye yüklemeye çalışarak tekrar sordu:
— Beni en çok ne istiyor?
Hakîm gülümseyerek başını kaldırdı:
— Sen en çok neyi istiyorsan!
— Ne demek bu şimdi? Oyun mu oynuyoruz?
— Oyun oynamadığın zaman mı var? Dünya hayatı zaten oyun…
— “Dünyada en çok neyi istemeliyim” diye sordum, vardığım yer “ne istiyorsam o” oldu. Kısır döngü diye buna diyorlar herhalde…
Hakîm hemen cevap vermedi. Eliyle işaret ederek, genci yanına oturttu. Sonra deniz derinliğindeki gözlerini pencereden dışarıya çevirdi. Ağır ağır konuşmaya başladı:
— Hayatımda en çok etkilendiğim fotoğraflardan birisi neydi biliyor musun? Sahilde bir ev, pencere önüne konmuş bir akvaryum, akvaryumun içindeki süs balığı… Süs balığının denize doğru dönmüş yüzündeki mesajı aldım almasına ama beni daha çok o akvaryumdaki suyun denize, denizin suya hasreti etkiledi.
Var mıdır sence böyle bir hasret?
Genç birden gelen bu soru karşısında afalladı:
— Ee, şey, su suya hasret duymaz herhalde…
— Sen öyle zannet. Kat bakalım suyu suya da gör! Sonra ayırabilecek misin birini diğerinden? Ama bu değil tabii kastım. Deniz, o kendisinden alınıp kopartılmış suya hep hasrettir; o, onun parçasıdır, çünkü kendindendir. Bu böyledir de acaba o büyük vücuttan kopartılmış parça, o akvaryumdaki su, koca denizin hasretini duymakta mıdır? Ne dersin?
Genç, anlamlı bir suskunluk içinde hakîmin sözüne devam etmesini bekledi. Hakîm “heyhat” dercesine nefesini salarken sözüne devam etti:
— Ne hasreti, o akvaryuma hapsedilmiş, akamaz, temizleyemez su, kendisinin hasreti içindeki denizi bilmez bile, hasret şurada kalsın… Bu ne büyük bir hüsrandır, bilir misin?
Hakîm neredeyse ağlayacak gibiydi ya da genç öyle zannetti. O yüzden ne bir soru sorabildi ne de başını kaldırıp bakabildi. Ortalıkta sanki mahur bir beste dolaşıyordu. Genç sonradan bu anı hatırladığında “mahur beste diyerek o ruhaniyeti ne kadar da basitleştirmişim” diyecekti.
Bir müddet öyle kaldılar. Sükût bestesi inledi durdu, onlar dinlediler. Neden sonra hakîm başını gence çevirdi:
— Aldın mı cevabını?
— Cevap mı? Doğrusu bana cevap verdiğinizi…
Devamını getiremedi genç.
Başını önüne eğdi. Kalkamadı da…
Muhtemelen bir müddet daha sükût bestesi devam edecekti.
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.