Söylediğine göre geceleri uyumuyor ve yazı işleri ile uğraşıyormuşsun. İstanbul’a da iyice alıştın hani. Bir gün o iftarda, bir gün bu iftardasın. Elinden kitaplar ve dergiler düşmüyor. Büyüdün kardeşim büyüdün. Bunu nereden mi anlıyorum? Artık gözlerini kaçırmıyorsun benden…

Hatırlıyor musun ilk iletişimimizi? Ben o zamana kadar seni hiç tanımıyordum. Sen ise binlerce gençten farklı biri olarak dergi okuyordun. Bir şeylerin derdine düşmüş olmalıydın ki, “dert” diye seslendirdiğimiz kaygımız sana anlamlı gelmişti. Yine, etkiye tepki vermeyen binlerce gençten biri olmayı tercih etmemiş, geçmiştin bilgisayar başına ve bizlere bir e-posta göndermiştin. Yazdıkların bizim için “dertli” bir içerik taşıyordu ve sesine ses vermememiz imkansızdı. Önce karşılıklı yazışmıştık ve kısa bir süre sonra, güzel bir yaz günü ilk defa telefonda konuşmuştuk. Ne kadar da ürkek ve utangaçtı sesin hatırlıyor musun? Şaşkın ve mutlu idin. Kesik kesik konuşuyor, sanki telefonun öbür ucunda sürekli başını öne eğdiğini hissedebiliyordum. Kendi ifadenle “bomba” gibi hissediyordun kendini. Biliyordum o duyguyu. O yaşlarda, değer verilen ve belki de ulaşılamaz kadar büyük yerlere koyduğumuz insanlar tarafından dikkate alınmak, ufak da olsa bir karşılık görmek her insana heyecan verir.

Bize attığın o ilk e-postanın büyük bir kısmını aşağıya aktaracağım şimdi. Aktaracağım, çünkü biliyorum ki sen yalnız kendini temsil eden bir genç değilsin. Sen belki de aynı ruhu taşıyan yüzlerce gencin dile gelmiş örneğisin. Oku bakalım, on yedi yaşında taşıdığın yüreği ve derdine düştüğün şeyleri kendin bir daha gör. Sen tebessüm et, senin gibiler de kendilerine hisse çıkarsın:

“Efendim bendeniz on yedi yaşında bir genç kardeşinizim. Sadece bir nüshası var dergimizin elimde. Biz bu beldede birkaç arkadaşla birlikte kendi aramızda bazı etkinlikler yapıyoruz. Örneğin kısa film çekiyoruz, kitap okuyoruz, ne kadarsa "ilmî" sandığımız sohbetler ediyoruz. Bir gün her satırını okuduk derginin. Ve şuna kanaat getirdik ki, bu dergi "bizim zihniyet ve düşüncelerimizin, fikirlerimizin satırlara dökülmüş halidir". Onun için internet sitenizi her gün takip etmekteyim. İnşaallah daha sık güncellenmesini de bekliyorum. Ama abone olmak da istiyorum. Harcanan emeğin, dökülen terin heba edilmesi hiç hoş değil. Bizim gibi gençleri bir fidana benzetebiliriz. Bu fidanın suyunun tertemiz bir menbadan gelmesi ayrıdır, içinde her türlü mikrobu barındıran bir sudan gelmesi farklıdır. Fidanın yetişmesinde en önemli sebep sudur ve onun da temiz olması gerekir. Efendim, size gönül vermemin yüksek sempati beslememin bir diğer nedeni de, her alanda "helâl" bir model oluşturmanızdır. (…)Sözü uzattığım için kusura bakmayın, heyecanıma veriniz. Son olarak da şunu söylemek istiyorum. Ben, az da olsa kendi halimde amatör bir yazarım. Allah nasip ederse ileriki hayatımda bu sanatın bir yerlerinde olmak istiyorum. Üstadlarım, bana bir tavsiyeniz olur mu? Ne yapmam gerekir? Veya cüretkarca da olsa derginizde bir görev verme imkanınız var mıdır?”

Sanırım şu an tebessüm ediyorsun bu satırlara. Ben de tebessüm ediyorum. Şimdi diyorum, bu yazdıkların sana yavan ya da basit geliyor olabilir. Lakin bu yazdıklarındı seni bizimle buluşturan, şu an birlikte yürümemize vesile olan. Yanılıyor muyum?

Tabii kolay olmadı seninle bu noktaya gelebilmek. Dokuz ay telefonla görüştük ve seni her seferinde bir yerlerde yüz yüze görüşmeye davet ettim. Ama olmadı, olamadı. (Ah sen..)

Ve sonra bir şey oldu. Hayatımda en şaşırdığım anlardan biridir diyebilirim. Yine seninle bir telefon konuşması yapıyorduk ve ben seni İstanbul’daki Medya Akademisi derslerine davet ediyordum. İnanır mısın, geleceğin aklımın ucundan dahi geçmezdi. Ama sen ne yaptın, “geliyorum” dedin. Şaşırdım, afalladım. Sen, o utangaç, o ürkek çocuk, yuvandan çıkacaktın ve İstanbul’a gelecektin öyle mi? Hem de üç aylığına. Sanırım senin ve senin gibilerin hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biri böyle anlar olsa gerek. Sen bu kararı verdin ve bir nevi kendini aştın, rutininin dışına çıktın, hayatında bir farklılığa sonunda “evet” dedin.

Mihrimah Sultan Camii’nde ilk karşılaştığımız an, gözlerini kaçırmıştın benden. Sürekli başını sallıyor, uzaklara doğru bakıyordun.

Yavaş yavaş alıştın buralara. İlk üç ay senin için zor geçmişti. Ama her zorlukla beraber bir kolaylık olduğunu yakinen öğrenmiştin değil mi? Bir şeyin var mı diye sorardım sana. Sen de, tutuk tutuk konuşur ve iyiyim derdin.

Hey gidi… Şimdilerde dalgın görüyorum seni. Dalgın ve tembel. Söylediğine göre geceleri uyumuyor ve yazı işleri ile uğraşıyormuşsun. İstanbul’a da iyice alıştın hani. Bir gün o iftarda, bir gün bu iftardasın. Elinden kitaplar ve dergiler düşmüyor. Büyüdün kardeşim büyüdün. Bunu nereden mi anlıyorum? Artık gözlerini kaçırmıyorsun benden…

Ey benim birçok olayı kendi iç dünyasında derinlemesine harmanlayan, zamanında bir insanın gözlerine bakamayacak kadar utangaç ve sıkılgan olan kardeşim… Ne de çabuk geçti zaman değil mi? O zaman tanıdığım “sen” nerede, şimdiki “sen” nerede… Şimdi senin üzerinden senin gibilere birkaç şey söylemek istiyorum.

Bazen “Ben Buradayım” Demek Gerekir

On yedi yaşında attığın o e-posta, genel olarak olmasa da senin özelinde çok şeyi değiştirdi. Neydi yaptığın? Ufak bir sahil kasabasında da olsan, parmağını kaldırdın ve “ben buradayım” dedin. Bu sana neye mâl oldu? O zaman oradaydın şimdi buradasın ve gördüğüm kadarıyla mutlusun. Mutlusun değil mi? :)

Bazen Basit Düşünmek Gerekir

Hatırlıyorum da, bu sürecin benim için en zor yanı, basit düşünmen gereken yerlerde bile derin düşüncelere dalmış olmandı. Oysa çok zor değil ki şehir dışına çıkabilmek, uzak bir yerdeki bir konferansa gidebilmek.

Birçok İnsan Göründüğünden Azdır

Senin yaşlarındayken, az çok önemli sayılan bir yazara ya da herhangi bir büyüğe telefon etmek, e-posta atmak benim için çok zor bir şeydi. Çünkü gözümde o insanları öyle büyütürdüm ki anlatamam. Hele dergilerde gördüğüm insanları hep çok büyük, sürekli düşünen, sürekli kültür-sanat peşinde olan, ciddi, çok bilgili, çok önemli insanlar olarak düşünürdüm. Büyüdükçe onların da eve ekmek götüren, karnı acıkan, derinlikleri kadar basitlikleri de olan insanlar olduklarını gördüm. Sanırım sen de bizi yakından tanıdıkça böyle düşünüyorsun. Doğrusu da bu zaten. Yücelteceksek ya da büyüteceksek Allah’ı yüceltelim ve övelim kâfi. Kim olursa olsun, etten kemikten olduğunu hayatın boyunca unutma ve kimseleri gözünde olduğundan fazla büyütme.

Kendini Kaptırma

İçe dönük insanlarda kendilerini bir şeylere kaptırma ihtimali her zaman daha yüksektir. Sen sen ol kendini bir kuyuya düşermişçesine bir şeylere kaptırma. Çünkü o kaptırdığın şeye sahip olayım derken elindeki her şeyden olma ihtimalin var. Anlıyorsun değil mi?

Özgünlüğümüz Özgürlüğümüzdür

Etrafımızda birbirine benzeyen insanlar görmek beni çok sıkıyor. Hani yollarda insanlar genelde birbirinin gözlerine bakarak yürür ya, sanırım herkes farklı bir çift göz arıyor. Sana tavsiyem, bugüne kadar ortaya koyduğun özgünlüğü her geçen gün artırman. Özgünlük özgürlüktür.

Olmadan Olanlardan Olma!

Daha dün, aramızda olmak için heyecanla bir mail atmıştın. Şimdi ise aramızdasın. Lakin görüyorum ki birkaç noktada büyük bir yanılgı içindesin. Aslında bu senin değil çoğumuzun yanılgısı. Olmadan olma sevdasına düşmüşüz güzel kardeşim. Sanırım kendimize yapabileceğimiz en büyük ihanet bu. Bırak yazılarını eleştirsinler, değiştirsinler. Biz daha düne kadar “de” ayrı mı yazılacak bitişik mi yazılacak bilmeyen insanlardık. Attığın o ilk maili düzeltmeden yukarıya koysaydım daha iyi görürdün. Sözün özü, usul usul, adım adım ilerleyeceğiz ve kendimize olmadan olmama sözü vereceğiz, anlaştık mı?

Sana not: Şimdi senin kim olduğunu merak edenler olmuştur. Biraz merak iyidir değil mi? Senin edebiyat ödülü kazanacağın güne kadar biz en iyisi mi ismini gizli tutalım. Nasıl, egonu okşadım değil mi? :)

Okuyucuya not: Benzeri bir mail atar da cevap alamazsanız beni suçlamayın. Ama yine de denemekten kimseye zarar gelmez.


Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.