Akdamar yıkılıp cami olsun diyenler bu gün hemen orda bir cami açılmasını gidip saf tutmak için mi istiyorlar? Ayasofya hem cami hem kilise olsun teklifine karşı çıkanlar cami bölümüne sığamayız endişesi ile mi derinden sarsılıyorlar?

n yaşımdayken dinlemiştim bu hikâyeyi. Van’a gezmeye gitmiştik. O sıralar “Van Gölü Canavarı” efsanesi pek meşhur idi. Suya ayak sokmak şöyle dursun çocuk aklımızla gölün kenarına yaklaşmakta bile tereddüt etmiş, suyun yüzeyinde gördüğümüz her karartıyı canavarın dev cüssesi sanıp kıyıya köşeye sinmiştik. Hatta ben bir ara Van gölünün ortasında salınan o kocaman adayı canavar sanmış “ha kımıldadı ha kımıldayacak” diye gözümü üzerinden ayıramamıştım. Dedim ya on yaşımdaydım ve henüz o hikâyeyi duymamıştım.

Gölün kenarına oturup manzarayı temaşa ederken bile sürekli beynimde aynı kabus dönmüş, tam bitti derken başa sarıp durmuştu... Her seferinde gölün içinden alevler saçarak çıkan bir ejderha, ağzını açıp üzerimize doğru yürüyor ve çekirdek ailem ve dostlarını bir hamlede yutuveriyordu. Her an bir canavara yem olma korkusu ile yaşamak nedir bilir misiniz?

Belli ki Van’da yaşayanlar bu tür efsanelere prim vermiyordu, herkes işinde gücündeydi, ya da herkes kendi çapında bir Zaloğlu Rüstem’di. Belki de biri göle canavar mayası çalmıştı ve benim gibi çocuklar da “ya yutarsa” denilerek korkutulmuştu. Velhasıl çocuktum ve henüz Van gölüne dair canavar hikâyesinden başka bir hikâye duymamıştım.

Derken yemekler yenilmiş, çaylar içilmiş merhametli, inayetli pür terbiye canavar bu garip yolculara ilişmemişti. İşte o ara yan yan basışımdan, gözlerimi pörtletip don don bakışımdan, babam bir şeyler sezmiş olacaktı ki aslında bu gölün ve üzerindeki adanın gerçek bir hikâyesi olduğunu söyleyip, anlatmaya başlamıştı.

“Zamanında bu adada yaşayan baş keşişin güzelliği dillere destan Tamara adında bir kızı varmış. Adanın çevresindeki köylerde çobanlık yapan Müslüman bir genç bu kıza âşık olmuş. Bu genç Tamara’yı görmek için her gece adaya yüzer, Tamara ise ona gece karanlığında yerini belli etmek için elinde bir fenerle beklermiş.

Bundan haberdar olan kızın babası, fırtınalı bir gecede elinde fenerle adanın kıyısına inmiş ve sürekli yer değiştirerek gencin boşuna yüzüp, gücünü yitirmesine neden olmuş. Yüzmekten gücünü yitirip, yorulan genç çoban boğulmuş ve boğulmadan önce son nefesiyle “Ah Tamara!” diye haykırmış. Bunu duyan kız da hemen ardından kendini gölün sularına bırakarak boğulmuş. Ah Tamara ismi de dönüşerek zamanla Akdamar biçimini almış”.

Bu hikâyenin etkisi ile Anka kuşuna binip Kaf dağına uçmuş olmalıyım ki o günden sonra ne canavar ne de yem olma korkusu bir daha damarlarımda dolanmadı. Ve artık işinde gücünde olan Vanlıların bir canavarın hayaleti ile nasıl baş ettiklerini kendi çocuk ruhumla anlayabiliyordum.

Aradan uzun yıllar geçti. Ara sıra haber bültenlerinde “Van gölünde canavar görünür gibi oldu” haberlerine rastlasak da bu canavarın bu saatten sonra semirip, göbek saldığını, eyyam görüp kös dinlemiş bir beyefendi gibi inzivaya çekildiğini düşündüm hep.

Lakin geçen gün “Van Gölü”, haber bültenlerine yeniden konu oldu. Yine mi canavardan haber var diyerek kaşımı kaldırıp rüzgârda kalmış Van kedisi gibi tırsarak kulak kesildim. Bu kez canavardan değil rahmetli çobanın sevdiceği Tamara’nın adasından bahsediyordu haber. Hükümetin adadaki kiliseyi inşa ettirmesinden ve yılda bir kez ibadete açmasından bahsediyordu.

Çiçek açmayı, meyveye durmayı unutmuş bir adaya insanlar gidecek ve bir “aşk” yeniden dillenecekti. Kızan köpüren, pragmatik sözler savuran bir takım insanlar ise ekrandan ha bire karşı atak geliştiriyordu. Nasıl olur da bir kilise tamir edilip ibadete açılabilirdi. Ermeniler ile aramız bu kadar mayhoşken ve bize karşı hiçbir zaman aynı müsamahayı göstermeyeceklerini bile bile hükümet denilen serseri(!) nasıl böyle bir jest yapabilirdi.

Bir müddet dayandım baykuş gibi bamlayıp duran bu zihniyete. Kendisi cami yolunu bulamamış insanların ibadetten ve Müslümanlıktan söz ederek devasa önyargılar ile paklanmaya çalışmalarını anlamaya çalıştım.

Lakin gayrimüslimlere ibadet özgürlüğü verdikçe şereflenmiş atalarım ile çelişen bu insanları anlayamadım.

Anlayamadım çünkü misal Kudüs’te Hıristiyanlar ve Yahudiler hâkimken Müslümanlar ibadet edemiyordu. Ancak Müslümanlar oraya hâkim olunca üç din de ibadetini gerçekleştirebilmişti.

Anlayamadım çünkü önümüzde Hz. Ömer’in kapı gibi emannamesi vardı.

Anlayamadım çünkü “biz gönüller yapmaya geldik” diyen atalarımız bütün dinlerin özgürce yaşandığı, tehditler ile değil tedbirler ile korunmuş bir sistem kurarak büyük bir devlet haline gelmemişler miydi?

Anlayamadım çünkü birileri halkı “ya yutarsa” diye galeyana getirip bir canavar hayaleti ile uyarıyordu yine. Tıpkı Mardin’de bir medresede defile düzenlenmesine izin veren valiyi kınamalarını anlayamamam gibi... İnsan ister istemez soruyor bu güne kadar çöp yığını ve harabeye dönüşmüş medreseyi yeniden düzenlemek ve inşa etmek adına kılını kıpırdatmayan adamlar başkası orada tasarrufta bulununca mı oranın kutsiyetini anlayabiliyor?

Ve misal Akdamar yıkılıp cami olsun diyenler bu gün hemen orda bir cami açılmasını gidip saf tutmak için mi istiyorlar? Ayasofya hem cami hem kilise olsun teklifine karşı çıkanlar cami bölümüne sığamayız endişesi ile mi derinden sarsılıyorlar? İnsanın Sadi gibi sorası geliyor: “arkadaş deniz üzerinde yürümeyi nasıl umarsın ki, karada bile eteğin ıslaktır”. Oysa işin özü o aşk hikâyesinde saklı değil midir? Aşk korkuların panzehiri değil midir? Aşk korkulara balıklama atlamak değil midir?

Allah aşkı ile tutuşan büyük zatlar “dinlerinde dinlensinler” dedikleri gayrimüslimler için adaletten, barıştan, hürriyetten yana tavır takınmamışlar mıdır yıllarca? Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun mazlumdan yana, zalimlere karşı durmak diye yanıp tutuşmamışlar mıdır?

Tıpkı Peygamberimizin Medine’de kurduğu düzen gibi kimseyi katletmeme, yurtlarından çıkarmama, bir kavme olan düşmanlığımızın bile bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevketmemesi öğüdü ile beslenmemişler midir? Bundan uzaklaşıldığı zaman sorunlar ve yıkımlar yaşanmamış mıdır?

Şeytan yine aynı tembihte bulunuyor hepimize. “Üstünlük” ve “faşizm” canavarını üzerimize salarak korkularımızı meşru göstermeye çalışıyor. Şeytan elindeki fenerle bizi saptırmaya aşktan uzaklaştırmaya çalışıyor. Ne yani boğulabiliriz diye vaz mı geçelim din, inanç ve ibadet hürriyetini savunmaktan?


Ayşegül Genç'ın Yazısı.