Sağa sola rastgele ateş ederseniz serseri, hedefe nişan alırsanız yiğit olursunuz. Serserilik daha bitmeden yaşlandırır sizi, tüketir. Yiğidin ise ölse bile adı kalır.

Bir bebek, daha ağlamaya başlamadan alemlere yazgısı düşüyor ve ilk gördüğü ışıkla vücut bulmaya başlıyor kaderi. Büyüklerden birine soruyorlar, çocuğumuzu nasıl terbiye edelim? Çocuk ne kadar oldu, diyor. Bugün doğdu, cevabı geliyor. Arif kişi, “artık çok geç!” diyor. 

Trafiğe takılmamak, altımızdaki hız aracını bir durdurup bir kaldırmamak için hızla gaza basıyoruz. Sollamalar kâfi gelmiyor, yağıştan kayganlaşmış yola aldırılmıyor. Biraz daha hız, biraz daha. Bekleyen olsa da olmasa da, beş dakika erken gidilebilse de, geç kalınsa da bazı şeylerin değişmeyeceği hesaba katılmıyor. Bazı şeylerin ise bir değişirse bir daha geri dönülemeyeceği. Hız ve aşırılık birleşiyor. Acı bir siren sesi müdahale ediyor hıza. Acı, görevlilerin suratına gelip yansıyor ve görüp durdukları, bildikleri o hali kelimelere döküyorlar: “Hasta için artık çok geç!” 

Doğum da ölüm de, insanın kayıtsız kalamayacağı iki olay. Fark ettirsek de ettirmesek de ta içimize işleyen, yüreğimize değen bir yönü var bu iki hadisenin. İnsanın yeryüzü ile, kendi ile, nefsi ile imtihanı için doğum ve ölüm arası kadar zaman veriliyor. Doğum da ölüm de başka başka dünyalar arasında geçişle başlıyor. Doğum nasıl belli bir süre sonunda gerçekleşiyorsa, aslında ölüm için de bir hazırlık süreci yaşanıyor. Aldığımız her nefes bizi ölüme götürüyor. Bir el, her nefesimizle bir kefeden alıp, öbür kefeye koyuyor. Geçenleri hesaplayabiliyoruz ama ne kadar kaldığı bize meçhul. Bize meçhul olduğu için de bazı ölümleri beklendik, bazılarını ani olarak değerlendiriyoruz. Uzun yıllar hasta yatmış bir yaşlının vefatını beklerken, nice genci toprağa verdiğimiz vaki. Ölümün ne zaman kapı çalacağı kestirilemiyor. Nefes alış-verişlerimizde gizli olan bu bilgiyi okuyamıyoruz. 

Ölmeden evvel kendimizi hesaba çekmemiz de, aslında o “artık çok geç” cümlesini duymamak içindir. Hesap edile edile geçmiş günlerde umulur ki, büyük hesaba hazırlık yapılır. Hesabın ne kadar çetin olacağı kestirilip, ona göre bir hayat yaşanmasına gayret edilir. Namazı geçe bırakmamak, sadakayı geçirmemek, iyilikleri ertelememek, kötü duygu ve niyetlerin ise bizde vücut bulmadan geçip gitmesine izin vermek gerek. 

Fakat insan ertelemeyi sever. Son haftanın, son günün, son dakikanın bitmeyeceğini, bütün sahip olduğu mühlete sığmayan işlerin o günlerde biteceğini zan-neder. Geç kalmak zaten son dakikaya kalmaktır, son dakikanın bitmesi değil. 

Bir işi, ibadeti, hizmeti, vazifeyi son dakikaya bırakmamak, bugün yapmak, bence gençliğin en büyük alametidir. Çünkü gençlikte telif edilmiş bir enerji vardır, olmalıdır. Genci değerli kılan budur. Sağa sola rastgele ateş ederseniz serseri, hedefe nişan alırsanız yiğit olursunuz. Serserilik daha bitmeden yaşlandırır sizi, tüketir. Yiğidin ise ölse bile adı kalır.

Adana şölenine gittiğimizde beni de sahneye davet ettiler. Seminerimiz için Şengül Yiğit hocamı sunacak, ve misafirleri selamlayacaktım. Daha şölen salonuna girmeden hissetmeye başladığım heyecan, duygular, o kalabalıkla şahlanışa geçti. Salondaki annelerimizle, kardeşlerimizle de paylaştım. Derler ki, gençlik, gençlere bile emanet edilemeyecek kadar kıymetli bir hazinedir. Genç, kenz, Farsça’da hazine demektir ya… Fakat o salonu görünce dedim ki, işte bu gençler, gençliği emanet alabilecek şuurda gençler. Hüsn-ü niyetimiz tüm genç ailesi için geçerli. Genç ailesi dediysem, sadece okuyucularımızı, gönüllülerimizi de kastetmiyorum tabi ki. Dünyanın kim bilir nerelerinde, teknolojiden uzak ya da teknolojinin ortasında, bütün imkanların kıyısında ya da tam dibinde nice gençler vardır ki, Hakk’ın emanetini israf etmemek adına önce nefsiyle ne mücadeleler içinde ter döküyor, o ter ile gelecek bir neslin toprağını suluyordur. Genç diyorsam, hepsini kastediyorum işte. Genç diyorsak, Rabb’imizin “Allah nurunu tamamlayacaktır” vaadine inancımızdandır. Hamdolsun, artık çok Genç!


Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.