Gururumuzu korumak adına kuyruğumuzu dik tutup, bankadan kredi çekerek faize bulaşıyoruz. Bir kere, mübarek gırtlaklarımızdan faiz inince tüm hayatımız kararıyor, zira haram olan bir şeyi Allah’ın yarattığı tertemiz vücuda bulaştırmanın hüznü yerleşiyor yüreğimize.

llah’ın en büyük organizasyonlarından biri olan “kıyamet”i beklemekte sabırsız davranan bizler, Batı kışkırtmasıyla birlikte kişisel kıyametin ortakçısı olduğumuzu fark edemeden bireycilik tuzağına düştük.

Dünyada “Kişisel Gelişim Sektörü”ne belki de bir kitapla karşı koyan ilk yazar olmamın verdiği huzurla aynı konuyu tekrar anlatmaktan gocunmuyorum. Bütün tuzakları “Kişisel Gelişim Rahipleri” kurup, kartları yine onlar dağıtıyorlar.

Kuzuyla, kurt yan yana yaşamaz. Hayat, çizgilerden ibarettir. Tuzlu suyla tuzsuz suyu birbirinden ayıran sır her zaman hürmet olmayabilir, aslında Rabbimizin koyduğu bu sınırlar bir nevi güvenlik duvarlarıdır. Boks yaparken, güreş tutarken herkes kendi klasman ve seviyesindeki insanlarla çıkar “Er Meydanı”na, zaten aksi durumda buna “Er Meydanı” denemez.

Kurtla kuzuyu bir arada yaşatmaya çalışmak felsefenin, mistizmin şiirselliği olmaktan öteye gidemedi. Kuzunun sesi çatlayıp bacakları titreyeceğinden, kurtla kuzunun düetinden neşeli şarkılar çıkmaz! Duyacağımız sesler ağıttır…

Ay, Güneş’le Dünya’nın arasına girdiği vakit karanlıkta kalıyoruz. Müslümanlar, diğer Müslümanlarla birlikte adım atmadığı andan beri tutulma yaşıyor, karanlıkta kalıyorlar… Birkaç yüzyıldır içinde bulunduğumuz bireysel körlük sebebiyledir ki kafamız gözümüz çatladı, duvarlara, ağaçlara toslamaktan yara bere içindeyiz ve sabahlara kadar evlerimizde kuyruğumuzu süsleyip, tamir ederek sokağa çıkmakta ustalaştık…

Dünya denen yılanlı kuyuda tek başına hayatta kalmayı isteyen tavşana dönüştük. Her yanımız düşman, her taraftan “çıt” sesi geliyor, takip edilerek yaşamak bizleri kâbuslara sürüklüyor, yine de cemaat toplumu denince “ilkellik” tanımı yapıyoruz.

İnsanoğlu tek başına değildir. Seçtiği hayat tarzına göre ya Allah ya da şeytanla birlikte atar adımlarını. Tüm evrenin, geçmişin, şimdinin, geleceğin, tüm zamanların ve şeylerin sahibi Allah’la, “küçük evren” denen insanın tek vücutta nasıl bir kalabalık olduğunu düşünün bir?

İnsanı, Allah’tan ayırdığınızda, tanımını yapmaya çalıştığımız “Küçük Evren” sonsuz bir kibre kapılarak yürüyüşünü sürdürürken tamamen zalim fakat bir o kadar aciz yaratıklara dönüşür.

Toprak ve çamurdan yaratılmış olan bedenimize Allah’ın berrak nefesi üflenerek ruhumuz meydana gelmiştir. Özü itibariyle tertemiz yaratılıp bedenimize emanet edilen ruh, bedenin istek ve arzularıyla suyu bulandırıp ruh denizine çamur karıştırıyor. Ruhumuzun leke çıkarıcısı dünyada tövbe, ahrette ise cehennem veya aftır, ötesi yok.

Eğer bizler, emaneti kirletmeden korumayı başarmadan içimize kapanır, bireyleşerek yalnız yaşamaya cüret edersek, içimizin yılanlı kuyular, zehirli böceklerle dolu ormanından sağ çıkamayız. Bugün; hâl, gidiş, edep, zikir, tövbe dersleri almadan birey olmak, böylece sokağa çıkmak cinayettir, çünkü bu insan ehliyetsiz bir sürücü gibi ölümcül kazalara sebebiyet vermeden akşam edemez.

Kendi içimizi Allah ile dolduramadığımız zaman, bilincimizin yılanlı kuyularına düşmemek gayretiyle dış dünyaya yöneliriz. Kirli insan kendinden kaçarken başkasına bulaşır. Dedikodu, nifak, kibir, zulüm, çekememezlik, Bizans oyunları bahsettiğimiz kaçışla ortaya çıkar.

Yalnızken şeytansız kalamıyoruz, çünkü Allah ile birlikte değiliz. Modern insan iki saat halvete girsin kalıbımı basarım ki girdiği çile odasından Napolyon olarak dışarı çıkar. Çile odalarında nefsini öldüren yiğitler neredeler şimdi? Bildiğiniz gibi çile odaları, bir insanın dizlerini kırarak oturabileceği kadar küçük ve karanlıktır, fakat orada nefsiyle savaşıp Allah’ın büyüklüğü karşısında yok olan insanlar için mekân çok büyük gelir.

Rehbersiz, eğitimsiz çileye girdiğimiz vakit birkaç dakika kalmadan kendi egomuzu şişirip şeytanla kol kola vererek çıkarız. Yaşadığımız çağda kendini kınayan, yetersizlik duygusuyla yanan, nefsine avukatlık yapmayan kimse kalmadı neredeyse. Nerede iki insan diyaloga girse iki dağ çarpışıyor sanki! Nefislerimizin büyüklüğü evrene sığmıyor ki çile odasında tedavi olsun…

Ruhumuz Allah’tandır. O’nu içimizden atarken her zerremize şeytan sızar, ruhumuzu iblisler satın alır, direksiyona goygoylar geçer. Hz. Mevlana’nın oğlu, Sultan Veled: “Tanrı’ya götüren her vasıta Hak’tandır. İnsan, varlığından kurtulup Tanrı’da yok olunca, Tanrı’yı görünce Tanrı olur.

Fakat bunu ancak Tanrı adamı yapabilir. Nebiler ve veliler de kendilerinden yok ve Tanrı ile var olmuşlardır.” der ve “Her şey aslına döneceğine göre, insan da her şeyin ve kendinin aslı olan Tanrı’ya dönecektir.” diye devam eder. Buraya kadar anlattıklarımdan, İslâm’da cemaati oluşturan tek’lerin batılı anlamda “Birey” olmadıklarını savunmam içindi. Mümin birey, yaslandığı, tutunduğu, teslim olduğu güçler açısından “Tek başına bir ümmet”tir, demek istiyorum.

İhtiyacınız olduğunda, maddi sıkıntınız varken eş-dosttan borç isteyebilmenin birçok açıdan ikili sınav olduğunu biliriz. İlk aşamada gururunuz ayak bağı olacak, kimseye boyun eğmemeyi düşünerek kibre kapılma tehlikesi atlatacaksınızdır. İkinci aşamada ise kimin dost, kimin duyarsız arkadaş olduğu çıkacaktır ortaya. Arkasından şu aşamalardan geçeceksiniz: Borcunuza sadık mısınız? Diğer kişi dardaki arkadaşını eli genişleyinceye kadar bekliyor mu?

Bütün bu incelikler gitti, yerine bankalar tarafından “bireysel kredi”ler getirildi. Gururumuzu korumak adına kuyruğumuzu dik tutup, bankadan kredi çekerek faize bulaşıyoruz. Bir kere, mübarek gırtlaklarımızdan faiz inince tüm hayatımız kararıyor, zira haram olan bir şeyi Allah’ın yarattığı tertemiz vücuda bulaştırmanın hüznü yerleşiyor yüreğimize.

Yüzyıllar önce “Bir duvarın taşları gibi” olacağımıza söz vermiştik biz. Düşenin iki dakikada ayağa kaldırıldığı cemaat toplumu silinip gideli teker teker düştüğümüz yerde köpekler gibi inleyip can veriyoruz. “Kişisel hak, kişisel özgürlük, kişisel itiraz, kişisel birey…” gazıyla göklere çıkarılıp köpekler gibi ölümü seçtik.

Dudaklarımızda ölürken bile kuyruğu dik tutmanın şiirini okuyarak hem de… “Benim hatamdı, ben yaptım, öyle yapmasaydım, işte ölüyorum, kimse öldürmedi, ben ölüyorum…” Tamam ağabeycim, bir şey demedik, sana kimse kader yazmadı, senin hatan, senin sorumsuzluğun, neyse acıların birazdan son bulacak, hakikati göreceksin gözlerini kapayınca:

İslâm Dini, Kur’an, Peygamber Efendimiz; sarp yokuşu aşacak, kendi nefsini ihmal edip diğer Müslümanlarla ilgilenebilmek için varlığına kıyacak yiğitler yetiştirecekti ama olmadı, insanoğlu sarp yokuşu aşamadı varlığının heykelini dikmeye meyletti.


Bülent Akyürek'ın Yazısı.