Sûi Misal İnsan Olamaz (!)
Bazen yağmur yağıyor ve birilerinin evini su basıyor, bir çocuk su dolu ayakkabılarıyla okula gidiyor, bir babanın akbili bitiyor, bir anne Erenköy’e temizliğe geliyor Gebze’den kalkıp; anlatabiliyor muyum bunları unutmak kolay olmuyor.
Güzel bir sabah, yağmur yağıyor, puslu bir hava… Ne iyi olur bir sabah yürüyüşü, eldivenlerimi taksam, çekip beremi başıma… Florya sahilleri şimdi ıpıssızdır, Cadde Bostan sahilleri sessiz, martıların keyfi gıcır olmalı, vapurlar kimsesiz. Yağmur yağdı ya, romantik bir hava, aşık olası bile geliyor insanın, anlarsınız ya. Yağmur yağdı ya, alt komşunun çeyiz sandığı pisliğe battı, kaçıncı kez oluyor bilmiyorum ama yine evini lağım bastı. Her -ah o romantik- yağmurda Halime ablanın yüreği ağzına geliyor. Kahretsin ki ben bu yüzden sabah koşumu yapamıyorum, aşağıdan feryatlar geliyor, çaresizliğin feryatları, sanki evden cenaze çıkıyor. Bu saatlerde Salacak’ta yürümek iyi olurdu aslında, tekrar ediyorum. Bir tren yolunda sebepsiz dolaşmak ya da. Tren yolu kenarlarında güzel ve gürültülü evler vardır, her tren geçtiğinde pencereler sallanır. Kahverengi evler, ahşap evler, dökük evler, tarih kokan evler.
Yazarlar şairler tren yolculuklarını ne çok sever. Edebiyat dergileri tren dosyaları hazırlar, tren yolu tren istasyonu nasıl da insanı çekip alır içine nasıl da tarih kokar. Ama Gebze Banliyö’sü değil, Gebze Banliyö’sü tarih falan kokmaz çünkü, insan kokar, ter kokar, mis gibi kokması gereken fast food’çu şeker kızlar patates kızartması kokar. Her sabah binlerce insan trenlerle İstanbul’un göbeğine taşınır, orta yaşlı başı yazmalı kadınlar Küçük Yalı’da veya Erenköy’de inmeyi tercih ederler, çünkü orada silinecek çok cam vardır, silinecek merdivenler tozu alınacak biblolar falan filan. Suratı yağlı sakalı berbat amcalar Haydarpaşa’ya kadar gelirler genellikle, onların hayatı sahil ötesinden başlar. İşrak vakti, göğün kapıları açıldığında, algı kapıları da sizin için açılırken sonsuza, oturup mırıl mırıl yazmak çok zevklidir elbette. Eğer otobüste değilseniz. Eğer otobüsteyseniz, arkalara doğru ilerlersiniz, tutunacak bir yer ararsınız, sabahın en temiz en leziz vakitlerinde binbir çile ve binbir kahır ile iki saat trafik çekersiniz. Espresso mu dediniz. Ah çok şekersiniz.
Ben oturup ince çekilmiş kahvemi içerim bu saatlerde. Benim ince çekilmiş kahvemi içme saatimde Halime ablanın kocası işten yeni çıkar. Gece seferine kalıp çift bilet vermemek için biraz koşmak zorundadır. (Evet canım, gece seferi diye bir şey var) 23:10 arabasına mutlaka yetişmelidir. Halime ablanın suratı yağlı kocası altmış kişilik arabada üçyüz kişiyle üç saat yolculuk yapar. Pek terbiyeli ve efendi bir adam da sayılmaz. Yere tükürür, çocuklarına bağırır falan. Bu yüzden Allah onu çok pis yakacak. Ayakkabıları koktuğu için de yakacak muhtemelen.
Peki tamam. Aslında ben size İzlanda’dan bahsedecektim. Sigur Ros’tan bahsedecektim, bomboş ıpıssız bir şehrin şarkılarından. Slowblow nasıl çalar, Dagur Kári’nin filmleri neden bu kadar ıssız neden bu kadar donuk ama bir yandan da neden bu kadar içlidir. Bouli Lanners’dan bahsetmeyi de planlıyordum. Eldorado’da Inaniel’i çalmak çok iyi bir fikirdi evet. Bunları anlatırsam oldukça hoşunuza gider, eminim. Benim de hoşuma gider, emin olun. Ancak bazen yağmur yağıyor ve birilerinin evini su basıyor, bir çocuk su dolu ayakkabılarıyla okula gidiyor, bir babanın akbili bitiyor, bir anne Erenköy’e temizliğe geliyor Gebze’den kalkıp; anlatabiliyor muyum bunları unutmak kolay olmuyor. İnsan unutan bir varlık, unutmak bir nimet bazen. Yağmur yağmadığı bir günde, Gebze treni boşken bir hafta sonu, Dagur Kári’den bahsedelim yeniden, unutmayalım. Ve unutmayalım, her sabah başlayan çoğunluğun yaşadığı bir hayat var.
Abdullah Kibritçi 'ın Yazısı.