Türk - İslam medeniyetinin yetiştirdiği büyük mimarlarımızdan Turgut Cansever`i, hatırlamak ve hatırlatmak görevimizdir. Sadece yapı mimarisini değil, bir ruh mimarisini de önemsemişti o. Eserlerini ve yapmak istediği eserlerini buna göre biçimlendirdi, yoğurdu. Bir çoğunu gerçekleştirme imkanını da bulamadı. Çünkü devir, batı medeniyetinin kıskacındaydı ve Turgut Cansever`in projeleri, "ütopya" gibi geliyordu insanlara... 22 Şubat 2009`da Rahmana kavuşan Hocanın "Kubbeyi Yere Koymamak" isimli, uzun, günlerce süren röportajlarından oluşmuş bir kitap var. Bunu muhakkak okumamız gerekiyor.
(Altınoluk Dergisi / Temmuz 1994 Sayısı`ndan alıntıdır.)
ALTINOLUK: Efendim, bir kaç yüzyıldır yaşadığımız batılılaşma serüveni sonucu kendi kültür ve medeniyet mirasımızdan gittikçe uzaklaşan bir süreç yaşadık. Şehirciliğimiz de bu süreçten en çok etkilenenler arasında. Bize Osmanlı`nın şehircilik anlayışı hakkında bilgi verir misiniz?
CANSEVER: Efendim Osmanlı toplumu bir İslâm toplumuydu. İslâm`ın, insanın dünyada esas vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğu hususundaki gerçeği, insanların yerleştikleri çevrelerin güzel çevreler olmasını bir inancın zarureti olarak ortaya koyuyordu. Şehrin, güzelin yaşandığı, idrak edildiği bir yer olarak gelişmesi isteniyordu. Ayrıca yapılar uzun ömürlü birimlerdi. Böyle olunca o binaları vücuda getirenler yalnız kendi yaşama dönemleri için bir çevre oluşturmanın ötesinde, dünyaya gelmemiş nesillere de hizmet edecek bir çevrenin kaygısını taşımışlardı. Müstakbel nesillerin karşılaştıkları dünyanın çirkin, çatışmalar ve kirlilikler dünyası olması bu nesillere karşı işlenen en büyük suç olacaktı. Batı Hıristiyan düşüncesindeki trajik alem, trajik varlık ve felaketler dünyası anlayışı yerine Müslümanlar, memnu meyvayı yedikten sonra Allah tarafından affedilmiş olma inancı ile her nesle bu güzel dünyayı sürekli olarak yaşama imkanını sağlamayı aslî ve en önemli vazife olarak kabul etmişlerdi. Böylece nihai amaç güzel bir dünya olunca bu şehirleri meydana getirenler cennetin parçalarını oluşturmaya çalıştılar. Yani şehirleri inşa edenlerin düşüncelerini güzel bir dünya inşa etmek ideolojisi, gayesi, görev ve sorumluluğu teşkil ediyordu. Güzelliğin nasıl oluşturulacağı konusu ise şehir oluşmasının müteakip adımlarını belirledi. Bu, Allah`ın emrine kayıtsız şartsız bir teslimiyetle gerçekleştirilebilecek bir sonuçtur. Bir diğer önemli husus ise; insanın karşısındaki bir engel olan şeytanca bozmanın uzakta tutulması gaye olarak benimsendi. Bir de şehirde kalıcı olacak ile değiştirilebilecek olanın denge halinde gözetilmesi Osmanlı şehirleri kurulmaya başlandığı zamandan itibaren dikkate alındı. Tabii evrensel olanla fani olanın karşıtlığı, kalıcı olanla geçici olanın karşıtlığına benzerdi. Bir taraftan mimari;üslup güzellikleriyle bütün insanlara hitap ve ebediyyen geçerli olacak değerler taşırken, yani İslâm`ın insanlara emrettiği davranış temellerinin özelliklerini yapıların üslubunda devam ettirirken,diğer taraftan yapıların her birinin ailenin ihtiyaçları ve yapının üzerinde yerleştiği bölgenin özelliklerine göre inşa edilmesi esas alınırdı. Doğrusu bu zenginliklerin gerçekleştirildiği İslâm alemi dışında başka bir örnek zikretmek mümkün değildir. Budapeşte`den Hicaz`a kadar kerpiçle, taşla yahut da ahşapla yapılmış olsun, soğuk veya sıcak iklimde olsun, fakir için olsun zengin için olsun yapıların hepsi aynı üslup özelliklerini taşıyordu.
Osmanlılar özellikle 19. asırda olmak üzere derin bir şekilde batının bir temel vasfının etkisi altında kaldılar. 14. Lui` nin ülkesi Osmanlının bir vilayeti kadardı. Buna rağmen kendisini güneş batmayan ülkenin imparatoru ilan ederken Kanuni Süleyman 200-300 metre cephesi olan sarayın sonsuz ufuklara bakan merkezî aksının yerine Topkapı Sarayının iki üç odasında yaşıyor ve gerçekten dünyayı idare ediyordu. Kanuni Sultan Süleyman halifeydi ve mütevazi idi. Halifeydi iddiacı değildi, çekingendi. Sadaret divanında ağzını açıp tek söz söyleme hakkı yoktu. Yalnız dinleme hakkı vardı. Söz söyleme hakkı kazaskerindi. Gururlanmak yerine mütevazi olmak onun hayatının tadıydı, lezzetiydi. Gelenekten farklılaşmada ilk anda önemli olay Sultanahmet Camisidir. Sinan üslubuyla Mehmet Kalfa arasında ilk farklılaşma oradan başlar. Mehmet Kalfa daha çok vakur olmak yerine daha çok zarif ve neşeli olmak karakteriyle binayı vücuda getirmişti. Bu fark ilk belirgin değer yargısı farklılaşması oldu. Sinan mektebi bir asır sonra tekrar gündeme geldi ve en son olarak Yeni Cami Sinan takipçilerince ortaya konuldu. Bu benzeri gelişmelerden sonra ciddi bir gelişme Selimiye Kışlası idi. III. Selim`in orduya Nizamı Cedid düzeni getirmesiyle beraber Kanuni` nin Mimar Sinan`a yaptırdığı Kavak Sarayı ve Üsküdar Sarayı`nı yıkarak yerine büyük bir tesis inşa ettirmeğe başladı. Bu derecede büyük bir yapı dosdoğru 14. Loui`den kaynaklanan merkezi hükümet fikrine tekabül ediyordu. Bu bir nevi büyük ölçümün, büyük kuvvetin bir yansımaydı. Bu büyük ölçü Osmanlı`yı etkiledi. Aynı zamanda büyük ölçü bir organizasyon biçimi olarak da, bütünlüğün yapısı açısından, İslâmî bütünlük telakkisiyle bağdaşması neredeyse imkansız olan bir bütünlük telakkisinin gelişmesini başlatan hareketti.
Osmanlı Şehrinde mahalle, herkesin bir birini tanıdığı bin kişilik adeta büyük bir aile tarzındaydı. Herkes birbirinin hakkını korur ve bütün meselelerini kendi içinde hallederdi. 17. asırda adalet kararları, buna dahildir. Bu bütünlük yerine bu bütünlüğe tamamen hakim olacak şekilde başka bir merkezi irade vücuda getirilerek, merkezi iradenin adeta orada hazır bulunduğu bir başka bütünlük telakkisi başlatılmıştı. Nitekim 1840 Ticaret anlaşması İngilizler tarafından dikte edilip Mustafa Reşit Paşa tarafından kabul edildikten sonra Lonca temsilcileri Osmanlı tarihinde ilk defa müzakerelere kabul edilmediler. Ve orada Mustafa Reşit Paşa İngiltere`den gelecek bütün mallara akıl almaz teşvikler verirken Osmanlı da vücuda getirilen bütün mallara aynı miktarda vergi getiriyordu. Bu Osmanlı mallarının dünyada satılmasını tamamen imkansız kılıyordu. Buna karşı isyan eden Loncaları ise katliamlarla yok ettiler. Loncalar çeşitli ihtisas gruplarına göre çeşitli şehir ve kasabalarda oluşmuş belli sorumlulukları olan ve üretim faaliyetini düzenleyen birimlerdi. Merkezi otoritenin bu tavrı fethedilen yerlerde hükümdarların yaptığı ahitnamelerde de kendini gösteriyordu. Önceki dönemlerde yapılan ahitnameler bir insan grubu ile merkezi idare arasında bir bağımlılık akti oluyordu. Onun gibi binlerce ahitname insanlar grubunu birbirinden bağımsız kendi şahsiyetlerini ve haklarını muhafaza eden insanlar topluluğu haline getiriyordu. Tanzimat halkın parçalardan oluşan yapısı yerine hepsini birli tek taraflı bir yığın kabul ederek bunların mahalli şartlardan doğan haklarını devam ettirme imkanını da yok etti. Buna rağmen Lamartine 1830`larda Türkiye ye geliyor ve "Cennet burası" diyor. Batılıların tasavvur edemeyeceği iki özelliği var bu ülkenin. Bir tanesi temiz diğeri de güzel bir ülke" diyor. Yani o derece temiz ve o derece güzel.
ALTINOLUK: Efendim şu halde şehirlerimiz için 1800`lere kadar bazı üslup farklılıkları dışında oluşmusuz bir şey söylemek mümkün değil. Bozulma suresi nasıl başladı? 100 yıl öncesiyle bugün arasında büyük bir uçurum var.
CANSEVER: Şimdi Lamartin Osmanlılar alemini büyük bir değerler ülkesi ve şehirleri de en önemli yerler olarak görürken Ziya paşa Fransa`ya gidip döndüğünde diyarı küfrü gezdim mamureler gördüm diyarı İslâm`ı gezdim harabeler gördüm diyor. Yani Ziya Paşa Lamartin`in gördüğü güzelliği hiç farketmiyor. Bunu farketmemek sadece Ziya Paşa `ya has değil Tanzimatla beraber Osmanlı`nın üst düzey yöneticileri yani padişahları, şehzadeleri, sadrazamları ve hatta ulamanın inşa ettirdiği yapılar dosdoğru Greko-Romen helenistik kültürden aktarılmış biçimlerin İstanbul`a taşınması şeklinde olmuştur. Biraz daha ileri gidersek harabe denilen bu ülkede 20. asırda biçim dünyamızı değiştiren Fransız Le Corbusier İstanbul`da çizdiği resimler ve getirdiği çözümlerle 20. asır mimarisini ortaya çıkartıyor. Osmanlı ileri gelenleri Türk kıymetler hazinesinin bu şekilde farkında olamıyorlar. Çok karakteristik bir husus şudur bence. Abdülhamid son Osmanlı dünyasının en önde gelenlerinden biridir. Abdülaziz ve Abdülhamid katliamlarla Hıristiyanlaştırılmış Afrika`yı tekrar İslâmlaştıran iki büyük isimdir. Fakat Abdulhamid musikiyle ilgili olarak `Alaturka`yı severim fakat daha çok Bethoven`ı severim diyor. Yani böyle bir karakter dönemin hakim anlayışı olmuş.
Şimdi İslâm`ın emrettiği ruh hallerine aykırı olanın, ona aykırı olduğunun farkında değiller. Burada çok mühim bir mesele gündeme geliyor "Bir kavmi şirke düşmedikçe helak etmeyiz" buyurulmuştur. Gerçekte bir gizli şirk teşekkül ediyor Osmanlı`da ve Osmanlılar bu şirki farketmiyorlar. Aslında inançlarıyla, o insana tekabül eden tavrın bir bütünlük teşkil etmesi lazım gelirken, inançları ona asudelik, sükunet, çekingenlik, tevazu, vakar tavsiye ederken, ibadetin şeklinde bile bilinçten kopmamayı zaruri hale getirirken onlar saldırganlığın, gürültünün bilinci yok eden bir etkileme mekanizmasının içine kendilerini terk etmeyi tercih ediyorlar. Bu yanlış, Sultanahmet`le Ayasofya`nın önüne Ayasofya`nın kubbesi hizasına kadar gelen, Allah`ın bir lütfu olarak yanarak yok olan eski adalet nezareti binasını inşa etme hakkını veriyor. Akılalmaz bir mimari mucize olan Beşiktaş sarayının yapılarını yok edip onun yerine Dolmabahçe Sarayı gibi kof bir saman çuvalına benzeyen, yine de dünya ölçeğinde düşündüğünüz zaman müthiş bir onuru olan bir sarayı inşa ediyorlar. Şuna tekrar işaret etmekte fayda var: 14. Loui ve Napolyon`dan etkilenen Osmanlı, büyük ölçeği ülkesinde hakim kılmaya çalışır.
Konuyla ilgili olarak Turgut Bey`den bir şey nakletmek istiyorum. Bir televizyon konuşmasında "Newyork` a gittiğim zaman şaşkına döndüm, dev gibi harika muazzam binalar, Bunlar neden benim ülkemde olmasın dedim" diyordu. Tabi Turgut Bey de asli değerlerin neler olduğunu bu şekilde gözden kaçırmış oluyordu.
Batılıların baskısı sonucu şehirleri düzenleyen hukuki esasların ortadan kaldırılmasıyla birlikte başlayan bir hareket 1925`lerden sonra insanlık tarihinde görülmemiş bir tahribatı başlattı. 1943 yılında şehircilik dersine girdiğimiz çok meşhur bir Alman hoca "Bana söyleyin Türkiye`de ne yapmalı" diye sınıfa sormuştu. Herkes bir şey söyledi, "bilemediniz, ben söyleyeyim" dedi. "Türkiye dua etmeli ama ne için biliyor musunuz? Belediyelerin kasalarında mevcut bulunan imar planlarını uygulayacak yöneticiler çıkmasın diye. Eğer çıkarsa Türkiye birkaç asır belini doğrultamayacaktır" dedi. Böyle eline cetvel alıp, Osmanlı`nın insan ölçeğindeki sokaklarını kargacık burgacık diye tarif eden kişiler, onların üzerine çizgi çizip, geniş yollar yapıp, üzerinde arabaların hızla gittikleri, arabanın altlarında çocukların ezildikleri, insanların arabaların dumanından kanser oldukları, annelerin çocuklarını sokağa çıkarmaktan korktukları bugünkü şehirleri imar ettiler.
Bu yeni şehircilik anlayışı Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlaki değerlerin dışına iten rüşveti, her türlü suistimali en ücra köşelere kadar götürdü, insanların birine 2 kat yapı hakkı verirken diğerine 8 ötekine 10 kat yapı hakkı vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirliden toplanan vergi ile vücuda getirilen altyapıdan kimisine iki kat ölçeğinde kimisine 30 kat ölçeğinde imkan vermenin hasedin doğmasına sonra hasedin arkasından , benim de aynı şeyi yapmam neden olmasın, diye düşünerek şeytanla kol kola gelen bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olacağı aşikardır. Ticaret kesiminde 2.5 milyon insan çalışırken, yaklaşık 15 milyon insan inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar şeytanla bir arada yaşamaya mahkum edildi. Sonra her yapının tasarımı bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı yapıp bütün daireleri satarak oradan ayrılmak isteyenler ise yaptıkları tanıtım kampanyalarıyla dünyanın en modern siteleri şeklinde yalanlar söylüyorlar. Ve bu yalanları sizin tekzip etme imkanınız yok.
ALTINOLUK: Efendim daha önceki konuşmalarınızda Osmanlı`daki sadelikten sözetmiştiniz. Hatta bugün sistemin sadeleştirilmesi üzerine yaptığınız konuşmalar oldu. Osmanlı`daki sadelik bugünkü sisteme ayarlanacak olunsa bu yanlış şehirleşme durdurulabilir mi?
CANSEVER: Soruyu şöyle açmak istiyorum. Osmanlı`da mahalleler her biri kendi içinde yaşayan aile bütünlüğü gibiydi. Burada mahalleye hizmet eden çarşı fonksiyonu çok ufak bir şey. Dolayısıyla oradaki dükkanın sahibi bakkal kendisi olabiliyor. Bunun yerine büyük ticaretin cereyan ettiği yer kapalı çarşılar, hanlar, kervansaraylar olmuştur. Osmanlı toprak hukukunda toprak Allah`a aittir. Biz emanetçisiyiz. Emanetçi olarak halifeye dolayısıyla devlete aittir toprak. İnsanlar evlerini inşa ederlerken bu toprağın kullanma hakkını satın alabilirler, satabilirler ve orada yalnız ev yapabilirler. Şehir merkezine doğru bu ev biraz daha iri olur. Evler arasındaki mesafe biraz da azalır. Şehrin dışına doğru gittiğinizde bu defa merkezden uzak olma sebebiyle bahçeli olmanın zevkini, lezzetini bulursunuz. Dolayısıyla insanlar tercihlerine göre evlerini belirlerler. Ancak arsayı bire alıp ona satmak yoktur. Şehir merkezine gelince şehir toprak değerinin yüzde 85`ini teşkil eder. Osmanlılar belli odak noktalarını kontrol etmişler, gerisini yapı sisteminin ve değerler sisteminin şartlarına uymak kaydıyla serbest bırakmışlardır.
ALTINOLUK: İstanbul`u sıhhatli ve yaşanır bir şehir haline getirmek mümkün mü? İstanbul`a hizmet edecek kadrolar bugün için sadece yangından mal kaçırır gibi bir şeyler mi yapabilirler?
CANSEVER: Bakınız bu sözünü ettiğim şey Türkiye`nin geleceğidir. İstanbul bu şekilde teşkilatlandırılmazsa Türkiye hakkında kararlar başka yerde alınacaktır. Bunu gerçekleştirmek Türkiye`ye ve bütün gelecek nesillere karşı vazifemizdir. İstanbul için eski çabaların içinde biri olarak yapılacak çok farklı bir iş var. Halk bunu destekler. Yalnızca yöneticilerin bunu anlayacak bir açık kalpliliğe sahip olmaları gerekiyor. Çok önemli dediğim şey bugün yada yarın için değil ahiret için düşünmek tavrı içinde olmak gerekir.
Bir başka husus arazi kullanımını iyi düzenlemeniz gerekmektedir. Arazi kullanımını şu deme. İskan alanlarını, ticarethaneleri, sanayi tesislerini ve yeşil alanları belirleyen kararların çok sıhhatli olması demektir. Seçimlerden önce bazı arkadaşlarla bir sohbetimiz oldu. Ben yıldız kümesi şeklindeki şehir ile ihtisas şehrinden bahsettim. Şimdi Pendik`i, Küçükçekmece`yi İstanbul merkezine bağlı hale getirirseniz İstanbul`un yoğunluğunu artırırsınız. Eğer yolları genişletirseniz, metro yaparsanız, iyi çalışan bir otobüs ağı kurarsanız bu merkeze gelen insan sayısını artırmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız. Halbuki bu şehirleri iktisadi ve sosyal açıdan merkezin bağımlılığından çıkarmak gerekmektedir. Bakınız Paris`in etrafına 9 şehir inşa edildi ve büyük bir hata idi. Londra etrafına bazı şehirler inşa edildi aksine Londra`nın merkezini yoğunlaştırdı. Bunu önlemek için iki tedbir biçimi var.
Şehir içinde toplanan yoğunlukları bu bölgeleri bağımsızlığa kavuşturacak şekilde başka merkezler vücuda getirerek o merkezlere dağıtmak ikinci tedbir nüfusun aykırı yerleşmelerini bertaraf edici tedbir almak. Yani İstinye`de çalışan bir insan Kartal`daki kooperatif evlerinde oturmamalı. İstinye`de gecekondulaşmaya fırsat vermeden bu insanlar için konutlar tesis edilmeli. Tabiî bu ilişkileri düzenlemek oldukça zor, ancak imkansız değil Şimdi İstanbul`un bu şekilde merkezileşmesi Osmanlı`dan itibaren devam edegelen politik merkezileşmenin tam bir devamı şeklindedir. Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin halkı kırbaçla adam etme tasavvurlarının bir nevi sonucudur bugünkü İstanbul. Şimdi bakınız Ocak ayı para değeriyle yapılan bir hesaplamada İstanbul`da yıllık şehir içi ulaşım masrafı, otobüs yada diğer kamu taşıma araçlarından daha fazla ödemeler hariç, özel arabaların daha fazla ödemeleri hariç, trafik sıkışıklığından kaynaklanan iktisadi kayıplar hariç, seyahat sürelerinin uzunluğu nedeniyle insanların ömürlerinden kaybettikleri sürenin iktisadı karşılığı hariç tam 90 trilyon liradır 20 milyonluk Frankfurt`un ki bunun on beşte biri kadar.
Çünkü Frankfurt`un merkez şehri 1 milyon kişi 20 milyonluk Frankfurt`un diğer şehirleri 20 bin, 30 bin gibi nüfus yoğunluklarından oluşmaktadır. Şimdi burada yıldız kümesi şeklindeki şehir biçimi üzerinde durmak istiyorum. Biz 1954`te bir grup arkadaşla "Türkiye`de şehirleşme yıldız kümesi şeklinde olmalıdır" dedik. Bundan sekiz on sene evvel Türkiye`de incelemede bulunan bir grup araştırmacının önerdiği çözümlerden iki tanesinden biri yine yıldız kümesi biçimindeki şehircilik idi. Yıldız kümesi şehir biçiminin bu gün için gerçekleştirildiği tek yöre Orta Avrupa. Almanya`nın federatif yapıya sahip olması, İngiltere ve Fransa`dan aşağı yukarı 50-60 sene sonra sanayileşmeye başlaması ve oralarda olan felaketin farkında olması ayrıca Almanya`nın Napolyon tarafından çiğnenmiş olması dolayısıyla da merkeziyetçi güçlerin tahripkarlığını görmüş olması muhtemelen Almanya`yı yıldız kümesi biçimi şehirciliğe yöneltti.
ALTINOLUK: Efendim kurulacak bu şehirlerde mimari eski dönemlerdeki gibi ikişer üçer katlı olabilir mi? Yoksa çok katlı olması mı gerekiyor? Eğer çok katlı otursa bin kişilik bir aileyi andıran mahallelerdeki idari mekanizma bu gün için gerçekleşebilir mi?
CANSEVER: Bakınız Amerika ve Batı Avrupa`nın "Türkiye anti demokratiktir" diye yönetim mekanizmalarına bastırdıkları konulardan bir tanesi halkın yönetime katılması konusudur. Bu fikir Avrupa`da şöyle gelişti. Arnavutluk`ta Enver Hoca iktidarı ele geçirdiğinde Osmanlı mahalle teşkilatı henüz feshedilmemişti. Dünyada Osmanlı mahalle teşkilatının yok edilmediği tek noktaydı Arnavutluk. Şimdi Enver Hoca bakıyor ki halk burada kendi kendisini idare ediyor. Halbuki komünist teoriye göre iki asır işçi sınıfı diktatoryası olacak iki asır sonra halk kendi kendisini idare edecekti. Bu mahalli teşkilat Arnavutluğa ikide bir hakim olmak isteyen İtalyanların dikkatini çekiyor. Özellikle de İtalyan Komünist Partisinin. Bu parti Arnavutluk`taki Osmanlı mahalle teşkilatını araştırıyor ve seçim kazandığı bölgelerde uygulamaya koyuyor. Şimdi İtalya`da insanların kendi mahalleleri ve sokaklarıyla ilgili söz söylemeleri müthiş bir etki yapıyor.
Bu arada Boston`da bütün dünyanın ilgisini çeken önemli bir hadise yaşanıyor. Federal hükümet tarım alanlarından geçen bir karayolu şebekesi kurmak istiyor Boston`da. Bunun farkına varan köylüler karşı çıkıyorlar. Bu çok radikal bir hareket haline geliyor. Bunun üzerine Karayolları merkezi teşkilatı bir geniş araştırmacı ve bilim adamı grubunu konuyu incelemek üzere gönderiyor. Bunlar bir-bir buçuk sene köylülerin nelere itiraz ettiklerini araştırıyor. Ve görüyorlar ki köylüler tamamen haklı. Yani merkezi inceleme ve karar mekanizmalarının masada aldıkları kararların mahalli gerçeğe erişmesine imkan olmadığı deneyle ortaya çıkıyor. Boston vakası İtalyan şehirlerinde halkın karar sistemine katılmasını gündeme getiriyor. Ve bu İtalyan Komünist Partisine itibar kazandırıyor. İtalyan Komünist Partisi buradan hareket ederek bütün İtalyan şehirlerinin %80`ını kazanıyor. Beraberinde bu, insan ve toplum lehine bir uygulama olması nedeniyle mukaddes ittifak denilen Hıristiyan Demokratlarla, komünistler arasında ittifak oluşturuyor. Ben bu anlattığım olayı Avrupa Konseyi toplantılarında her iki cepheden dinlemek fırsatını buldum.
Şimdi alınacak kararlarda halkın katılımını sağlamak çözümü oldukça kolaylaştıracak. Buradan İstanbul`a geçmek istiyorum İstanbul`a gelecek nüfus, henüz gelmeden durdurulmalı. İstanbul`un fethinden 30-40 sene sonra nüfus 500 bine ulaşıyor. 1840`a kadar bu nüfus değişmiyor. Çünkü insanların bir arada olmalarının en verimli olduğu bir yoğunluk var. Bu yoğunluk düzeyini geçerseniz insanca yaşama şartları yok oluyor. Bunun altına inerseniz, bu defa insanlar arası münasebetin verimli bir yoğunluğu sona eriyor veya azalıyor. Dolayısıyla Osmanlılar bu yoğunlukta İstanbul`u kuruyor ve yıldız kümesi şeklindeki bu yapıyı dört asır devam ettiriyorlar.
ALTINOLUK: Efendim, "Bu icraat, İstanbul`un kendi içinde medeniyet olarak yükselişini sağladı ama, taşranın da kendi kabuğu içerisinde kalmasına sebep oldu" şeklinde bir düşünce var. Bu düşünceye katılıyor musunuz?
CANSEVER: Bu düşünce doğru değil. İstanbul`da Bağdatlı Fuzuli okunduğu gibi Amasya`da da Baki okunuyordu. Osmanlı`nın son on beş yılında en önemli musiki odaklarından biri Kütahya idi. Kütahya`da ki neyzenler Osmanlı musikisinin bazı kalitelerini yaşattılar. Son derece yoğun bir alış veriş olduğuna hiç şüphe yok. İstanbul`du üretilenler dünyanın her yerine gidiyordu. Ayrıca Lonca`lar birbirleriyle yoğun ilişkiler içerisindeydiler. Yani Sinan yalnız İstanbul`u inşa etmedi.
ALTINOLUK: Osmanlı mahallelerinde tekkelerin fonksiyonları nasıl idi? Bu gün bir İslâm şehri kurulacak olsa bu ihtiyacı hangi müesseseler gerçekleştirebilir?
CANSEVER: Bir kere şunu söylemek lazım ki bu ihtiyacı yine tekkeler doldurabilir. Osmanlı mahallelerinde tekkeler bir buluşma merkezleri idi. Rahmetli dedem Kasımpaşa civarı Turabi tekkesi şeyhi idi. Babamdan tekkedeki hayatla ilgili hatırladığım şeyler şunlar Her gün otuz kırk kişi tekkede yemek yiyorlar. Maksat yemek vesilesiyle tekkeye gönül verenlerin bir araya gelmesi. Burada birbirlerini, akıllarına gelen bir düşünceden, bir vakanın değerlendirilmesinden haberdar ediyorlar. Sonra orada tasavvufi eğitim yapılıyor. Yani İslâm`ın emrettiği ruh hallerine davranış biçimlerine insanları eriştirmek için insanlar bilgilendiriliyorlar ve insanların kendi kendilerini terbiye etmelerinin imkanları hazırlanıyor ve buna yardımcı olunuyor. Bu, insanlara son derece yüksek bir disiplin kazandırıyor.
Tekkeler düşünce geliştirme, bilgi geliştirme merkezleri olarak yaşıyorlar. Bu merkezin eğitimine tabi olanlar son derece hızlı ve kat kat yüksek düzeyde idrak kabiliyetine sahip insanlar oluyorlar. Her kişi dini ve (böyle bir te`vil düşündürücü ama anlaşılması kolay olsun diye söylüyorum) felsefi varlık haline geliyor. Her biri düşünce melekeleri en üst düzeye çıkmış kişiler oluyorlar. Orada yetişen insanların her biri yeni ufuklar inşa edebilecek bir kıvamda oluyor. Şimdi bu bilinç, yapı kalfasına da intikal ettiriliyor. Yapı kalfası da insanı kamil olarak yetiştiriliyor. Tabi bu, neticede onun kurduğu yapıya da yansıyor. Din ve tasavvufun birlikteliği Osmanlı`daki sade, zarif ve mükemmel şehirleşmenin kaynağı olmuştur diyebiliriz. Bunda hiç şüphe yok. Şehirlerdeki bu sadelik nasıl şehir yapısını meydana getirdiyse aynı zamanda mimarinin evrensel yanı İslâmî değerlerini de veriyor. Sade olmak. Mütevazi olmak. Vakur olmak. Tam gerçek olmak hem de o kadar gerçek olmak ki, o gerçeğin karşısında huşu hissini duymamak mümkün olmasın.
ALTINOLUK: Efendim son olarak kendi insanımıza ve yöneticilerimize ulaştırmak istediğiniz bir mesajınız var mı?
CANSEVER: Eğer önümüzdeki otuz sene zarfında yeni ilaveler yaparak şehirleri yaygınlaştırmak ve yoğunluğu artırmak suretiyle yoğunluğu artan yörelerin sahiplerine menfaat sağlama şeklinde devam edersek bu ülkede insanca yaşamaya hiç imkan kalmayacaktır. Bu yanlış yol devam ettiği sürece Türk ekonomisi çökecektir. Hiç bir yaklaşım bu israfın önüne geçemez. Frankfurt şehri 20 trilyon Türk lirasıyla 20 milyonluk metropolün ulaşım masrafını çözerken biz 10 milyon İstanbulluyu gerçek maliyeti en az 200 trilyon olan harcamaya mahkum ediyorsak, o insanların kendilerini yetiştirmeleri, hayatlarını daha güzel yapmaları, çocuklarına daha fazla ihtimam etmeleri imkanını ellerinden alıyoruz demektir. Bu israfa son vererek bu israfın gerektirdiği kaynaklardan kat kat az kaynaklarla fakat cennet güzelliğinde geniş yerler inşa ederek yıldız kümesi biçimindeki şehirleri gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bunu en kısa zamanda adeta savaş verircesine Türk toplumuna anlatmak mecburiyetindeyiz ki, bu ülke otuz sene sonra içinde yaşanmayacak bir cehennem haline gelmesin. Bunları söyleme imkanını bana verdiği için de Altınoluk` a teşekkürlerimi sunarım.
GENÇ'ın Yazısı.