vet denedim. Çalıştım. Uğraştım. Sırf arkadaş muhabbetlerinde sus pus olmamak için pek çok kez ben de rahatsız kanepemin bir köşesine 90 dakikalığına tüneyip gözlerimi ekrana sabitleyerek bir diziyi izlemeye çalıştım. Lakin o çok meşhur olan, trend olan dizilere ilk reklam arasından sonra yeniden dönemediğimi fark ettim. İzleyemiyorum arkadaş. Bir şey oluyor. Ya diziler çok uzun, ya reklamlar çok kısa geliyor. Mr. Adler’in zor günler için icat ettiği kumandamı ileri seviyede bir tv izleyicisi gibi ‘seri’ kullanamıyorum. Dizi reklam arası verdiğinde diğer kanallara bi bakayım diyorum yeniden döndüğümde dizi diğer reklama geçmiş oluyor. Bazen bir tartışma programına takılıp diziyi unutuyorum. Bazen bir belgesele takılıp Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında kayboluyorum. Geçen gün dizilere geri dönemememin bir sebebinin de ‘gezi programları’ olduğunu fark ettim. Baktım ki Sitkom dizisinin yerini köy odasında uzuneşek oynayan amcalar, ihtiras dairesinde dönüp duran artistlerin yerini bulduğu daireyi dudağına takan Etiyopyalı yerliler alıvermiş. Yurtiçi ve yurtdışındaki pek çok yeri ayağıma kadar getiren bu programları müsamere kılıklı dizileri izlemek adına nasıl elimin tersi ile itebilirim? Malum hem parasızım hem de üşengeç. Ee yeni keşifleri de seviyorum. Bu yüzden ben de bu “seyahat şovlu magazinsel izlence”lerin asıl mecrasına akması ve izlenilir olabilmesi için önerilerimi şuraya yazmaya karar verdim:

Sevgili sunucu kardeşim her gittiğin yerde bir şeyler yemek zorunda değilsin ama meşhur olan lezzetleri illaki tanıtacaksan masaya konulan her şeyi de tatmak zorundasın. O kremalı ahtapotu, ekşili gövel ördeği, Tayvan’daki börtü böceği benim için yemeli ve tadını bana hissettirmelisin. Kötü ise yüzünde o ekşimeyle karışık iğrenme halini görmeliyim. (1)Almanya’da döner yemek kadar basit olmamalı bu işler.

Gittiğin köylerdeki yaşlı başlı amcalara abuk sabuk şakalar yapıp adamları küçümsememelisin. Adamlar senin gibileri cebinden çıkaracak potansiyele sahipler. Seni kovalamaya karar verseler, inan dünyayı üç tur attırıp ‘stok program’ yapmana bile vesile olurlar. İki üç dil bilmelisin. Gittiğin yerlere pikniğe gider gibi değil amme hizmeti veren bir kamu hizmetlisi gibi gitmelisin. Birkaç kitap ve sözlük karıştırmalısın. Misal Cezayir’de halk süper Fransızca konuşuyor diye şaşırmamalı, Tanzanyalı niye bu kadar iyi İngilizce konuşuyor diye afallamamalısın. Evliya Çelebiyi okumak bana sünnetse sana farz söyleyeyim.

Tek kamera ile çalışarak maliyet düşürmeye çalışıyor olabilirsin ama diğer Avrupa programlarında adamlar görüntüleri türlü açılardan vererek görsel bir şölene de çıkarıyorlar cümle izleyicilerini… Ben yanında durduğun o tarihi camiyi tepeden de görmek isterim, minareden etraf nasıl görünüyor bi bakmak da isterim, mihrabın detaylarında kaybolmayı da dilerim.

İşi magazine döküp gördüğün her teyzeden bir türkü söylemesini istediğin an saçımda saç başımda baş kalmıyor söyleyeyim. Biz sesi güzel olan artistlerin bile iki türküsünü zor dinliyoruz bir de ayağı taşın altında kalmış kurbağa gibi vıraklayan hanım ablaları dinleterek gezi programını Hitler fırınına çevirmenin anlamı yok.

İnsanlara mikrofon uzattığın an onlarla göz teması kurmalısın. Sen gözün sağa sola oynayarak konuştuğun an; o insanları figür, izleyiciyi gereksiz, programı da samimiyetsiz kılıyorsun. Ancak içten bir sohbet, programını değerli kılabilir. “Öyle acılıydı ki, sormasak da anlatacaktı”( 2) diyerek halkın psikolojisini çözümleyebilmelisin.

Bir ırmağın kenarında tıkındığında seyircinin yediğin köftenin içindeki kekiğin cinsinden ziyade o ırmağın adının ne olduğunu merak edebileceğini unutma. O yürüdüğün dağın adı ne, o su içtiğin çeşme kaç yılından kalmış, o bastığın toprakta ne bitiyor... Ayrıca hasta veya yoksul birini görüp konuştuktan sonra vicdan mekanizmanı da çalıştırmalısın. (3) Yoksa yol kenarındaki ağaçlardan incir araklamakla olmaz bu işler.

Milletlerin bize benzeyen yönlerine şaşırmak yerine bize benzemeyen yönİnsanlara lerini bulup araştırmalısın. Zaten globalleşme var. Ne var ne yok yutuyor, kültürler eriyip gidiyor. Sen buna katkı sağlamak yerine farklılıkları bulmalı, kendi kültürünü/ dinini de en iyi şekilde aktararak bir köprü olabilmelisin. Böyle yapınca her adımının ibadet hükmüne geçtiğini hatırlatsam senin için bir şey ifade eder mi bilmiyorum.

Bazen bir fon müziğine bağlayıp sadece geziyorsun. Sen bakıyorsun ben bakıyorum. Oysa o antik kent kimlerden kalmış, kimler yaşamış, nasıl bir hayat sürmüşler, tavukları haklayıp nasıl yemişler benim için öğrenmelisin. Tarih okumalısın… “Buralar eskiden dutluktu” formatından çıkmalısın.

Şimdi kalkıp da bir programın içeriğine dair entelektüel tespitler, teorik açıklamalar yapacak değilim. Ben ortalama bir TV izleyicisiyim ve gelişmeye değil sonuca odaklı TV izlerim. Bu yüzden bu tür eleştirileri eleştirmenlere bırakıyor lakin gezi programlarında çalınan musikilerin gezilen ülke ile alakalı olmasını sıradan bir birey olarak mantıklı buluyorum. Misal Afrika’yı gezerken Hint müziği çalmayın kardeşim. Köyleri gezerken sadece oyun havası çalıp o köye ‘oynak’ muamelesi yapmayın.

Yok eğer bunlara dikkat etmeyeceksen, o işi herkes yapabilir söyleyeyim. Değil maaşla çalışmak üzerine para bile veririm alimallah.(4)

------

1.Discovery, ölmeden önce görmeniz gereken 1000 yer. Peru gezisi. Karı koca resmen yörenin meşhur kızarmış kobay faresini iğrene iğrene yediler. Her şey iyi bi program için.

2. Tayfun Talipoğlu, Bam Teli hangi bölüm hatırlamıyorum.

3. Coşkun Aral bu hususta süperdir. Lübnan’da makinayı atıp bir yaralıyı kurtarmış, bir Afrikalı çocuğun yaralı ayağını pansuman etmiştir kendisi.

4. Üşengeç ve parasızım mı demiştim :)


Ayşegül Genç'ın Yazısı.