lk yurtdışı seyahatim, bundan iki üç yıl önce Suriye’ye olmuştu. Suriye, başta Şam olmak üzere, Hımıs, Hama, Halep gibi şehirleri ve tarihi dokusuyla büsbütün mest etmişti beni. Ne var ki bugünlerde, her gün ölüm haberleri alıyoruz bu şehirlerden. Bu güzel şehirler, iktidarı babasının malı olarak gören bir diktatörün iktidar hırsı yüzünden tekrar kana bulandı. Arap İntifadaları üç diktatörü yerinden etti. Anlaşılan o ki sıra onda.

Bu seferki yolculuğum yine bir Ortadoğu ülkesine. Yaklaşık bir aydır, Ürdün’de bulunuyorum. Diğer Arap ülkelerine göre burası sakin. Herhangi bir hareket yok. İlk geldiğimiz günlerde bazı protestolar olduysa da bunlar hükümete yönelikti. Eski hükümet gitti, yerine yenisi geldi. Gazetelerde, hükümetin yeni reformlar yapması gerektiğinden söz ediliyor. Kral Abdullah aleyhinde herhangi bir propaganda yok. Zaten gazetelerde tek seslilik hâkim. Aykırı bir görüş yok. Halk da kralı seviyor görünüyor. Her nereye girseniz, kralın resimleri var. Bir yanında babası Kral Hüseyin, diğer yanında veliaht olduğu anlaşılan oğlu… Henüz çocuk denecek yaşta. Ancak yarının ne getireceğini Allah bilir.

Burada, Suriye’deki tarihi dokunun olmadığını söylemeliyim. Amman’ın merkezindeki Mescid-i Hüseyin, bundan doksan yıl önce inşa edilmiş. Cebel-i Kal’a’da tarihi kalıntılar var. En başta Roma döneminden birkaç sütunu kalmış tapınak... Onun yanında, Bizans döneminden kalma kilise sütunları... Nihayet İslamî döneme ait Emevî Camii’nin kalıntıları... Caminin taç kapısı ayakta... Tepenin en yüksek noktasına inşa edilmiş camii. Bu bakımdan, adeta en son dinin İslam olduğunu simgeliyor.

Bu tepeden şehrin önemli bir kısmını görme imkânınız var. Şehirle ilgili dikkat çeken konu, evlerin ve binaların tek renk oluşu... Daha doğrusu renksiz oluşu... Binalar inşa edildikten sonra, kesme taşlarla kaplanıyor. Şehrin bütün dokusu, bizde sadece camii kaplamalarında kullanılan bu taşlarla örülü… Kendi tekdüzeliği içinde, bunun da bir güzelliği olduğunu hissediyorsunuz.

Kurban bayramının üçüncü günü, şehir merkezindeki çarşıyı dolaştım. İlk bakışta, bizim Anadolu şehirlerinden pek bir fark göremedim doğrusu. Esasen, çarşıdaki bütün ürünler artık dünyanın her yerinde bulabileceğiniz şeyler. Ancak kendinizi çarşıya biraz daha verince, bazı farklılıkların olduğunu seziyorsunuz. Dükkânlardan yüksek sesle gelen arabesk müzik satıcı ve korna seslerinin karıştığı bir senfoniye dönüşüyor. Çarşıda bir renk cümbüşü… Cadde kenarına kurulmuş tezgâhta kaynatılan Türk kahvesi… Yine bir kenarda fokurdatılan nargile… Ve şeker kamışı suyu sıkılan dükkânlar… Burada da dönerci dükkânları fazlaca... Adı şavırma... Yani basbayağı çevirme...

Burada kurban bayramını çok fazla hissedebildiğimi söyleyemem. Bir tane bile kurbanlık görmedim. el-Cezîre kanalında bir haber vardı. Haber başlığı: “Türkiye’de kaçan kurbanlık hayvanlar için bu yıl da çözüm bulunamadı.” Anladım ki, o görüntüler bize has… Kaçan boğaları ve peşinde koşan insanları görünce içim ısındı doğrusu. İşte bizim memleket, dedim.


Mesut Kaya'ın Yazısı.