Hatice Yaltırak

Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’un bol ödüllü filmi Uzak İhtimal’in senaristlerinden Tarık Tufan’la 9 Ekim’de vizyona girecek olan filmlerini, bizim mahalleyi, Meksika Sınırı’nın akıbetini ve daha nicesini konuştuk.

Radyo programları, kitaplar, TV programları derken bir anda senarist Tarık Tufan olarak bulduk karşımızda seni. Bunun evveli vardı da biz mi bilmiyorduk?

Benim bütün yaptığım şeyler aslında tek bir şeyin devamı: hikaye anlatmanın. Bu hikayenin formu değişebiliyor ama neticede değişmeyen şey bazen kendi içinde olduğum, bazen gözlemlediğim, bazen de oturup zihnimde tasarladığım öyküleri anlatmak. Radyodayken de bunu yapıyordum, kitaplarımda da. O yüzden senaryo yazmaya bulaşmak aslında bunun bir sonucu. Anlattığın hikâyenin sinemada ete kemiğe bürünüyor olması, yazdığın kahramanların birden karşına sahici insanlar olarak çıkması insanı çok heyecanlandırıyor.

Uzak İhtimal’in senaryosunda üç ismi görüyoruz. Senaryo yazmak nasıl bir şeydir? Üçünüz kafa kafaya verip mi yazdınız? Üç kişi birleşip bir senaryoya girmek zor olmuyor mu? :)

Zor değil, aslında Mahmut’un(Coşkun) da İsmail’in(Kılıçarslan) de, senaryoya epeyce bir katkısı var. Senaristlerin işini kolaylaştıran ya da zorlaştıran yönetmenin dilini anlayıp anlamadığı meselesidir. Adana Altın Koza Film Festivali’nin ödül gecesinde Nuri Bilge Ceylan filmin ödülünü anons ederken çok önemli bir şey söyledi bence.  “Bu hikayeyi 100 yönetmene gösterseniz 99’u çekmek istemez”  dedi. Uzaktan bakılınca bir müezzin, rahibe olmak isteyen bir kız ve aralarındaki aşk… Bu çok belirgin bir çatışmaya dayanan bir öykü. Dolayısıyla karikatürize olma, inandırıcılıktan uzak olma ihtimali var. Bir de bizimkisi çok göstere göstere bir çatışma ortamı açan bir hikâye. O yüzden de bunu yazmak ve çekmek çok kolay değil bir tarafıyla.

BİRBİRİMİZE BİR PARÇA OLSUN HÜSNÜ ZAN ETMEYİ KAYBETMEMELİYDİK

Kültür sanat üzerine yazdığın yazılarını biliyoruz. Sen bizim mahallenin bu alana hoyratça yaklaşmasını ya da bu alanı göz ardı etmesini her eleştirdiğinde, sana “mutfağa girsin o zaman da görelim” diye karşılık verildi. Merak ettiğim şu: Bu işe ilk giriştiğinde bu durum sende bir baskı oluşturdu mu? Ki çuvallamanızı bekleyen insanlar vardı yani!

Açıkçası ben bu kadar çok insan olduğunu tahmin etmiyordum! Anladım ki bizim mahallede başarılı hiçbir şey cezasız kalmıyor. Bir şeyler yapmaya çalışan adamları cesaretlendirmemiz, onları heveslendirmemiz, yalpaladıkları zaman ellerinden tutmamız, karanlık anlarında gidip omuzlarına şöyle bir dokunmamız, sırtını sıvazlamamız, bir bardak su vermemiz gerekirken ne yazık ki herkes yapılan işin samimiyetine, niteliğine zarar vermeye çalıştı.

Görmezden gelinmeye de çalışıldı sanki…

Görmezden gelmeleri çok önemli değil. Neticede biz sinema yapıyoruz ve bizim için önemli olan yaptığımız işin kendi doğası içinde değerli olması, sinema diline katkı sağlaması. Yoksa bir zamanlar yapıldığı gibi sinema değeri olmayan işleri hamaset için yüceltmek zaten bizim tarzımız değil, bugüne kadar yaptığımız hiçbir işte böyle bir tavra girmedik. Yapan insanların samimiyetleri bizim için her zaman öncüllerden biri oldu. Ama onun dışında yapılan işin bizatihi kendi değerini de tartışmadan bir yere varamayız. Dolayısıyla bunlar çok önemli şeyler değil ama insanın kalbini kıran şeyler. Birbirimize bir parça olsun hüsnü zan etmeyi kaybetmemeliydik diye düşünüyorum.

Mahmut Fazıl, İsmail Kılıçarslan ve Tarık Tufan ismini son iki yıldır ortak projelerde bir arada görüyoruz sıklıkla. Arkadaşlığınız haricinde beraber iş yapma fikri nasıl doğdu?

Artık biz de belli bir yaşa gelince derd-i maişetle ne yapacağını düşünen insanlar haline geldik(Gülüyor). Üçümüz de farklı farklı işler yapıyorduk, sonra oturup neden birlikte yapmayalım diye düşündük ve bir ofis kurduk. Bu ofiste belgesel filmler, televizyona programlar, sinema filmleri yapmaya niyetlenmiştik. Allah’a şükürler olsun bu niyetimiz de karşılık buldu. El Ceziretelevizyonuna 3 tane belgesel yaptık, biri Abdülhamit’le ilgili “Araf’ta bir sultan: Abdülhamit” diye. Bir de Mehmet Akif’le ve Osmanlı arşivleriyle ilgili iki belgesel yaptık. Sonra TRT’nin “On Muharrem” isimli Alevi açılımıyla ilgili programını biz yaptık. Çok önemli bir belgesel programdı bu; çünkü hem farklı inanç ve mezhepleri rencide etmeden, kızdırmadan ama aynı zamanda da iyi bir şey ortaya çıkmasına gayret ederek yaptık ve çok da güzel oldu.

Şahane bir ekip oldunuz bence. Sırada neler var?

El Cezire’ye bir belgesel daha çekeceğiz Ashab-ı Kehf’le ilgili. Bir mağaraya sığınmış 7 inanmış gencin hikâyesini anlatacağız inşallah. Bir taraftan da eğer bu film vizyona girer ve ikinci filmi yapabilecek kadar hevesimiz ve paramız olursa ikinci filmin hikâyesiyle ilgili kafamızda bir şeyler geziyor.

80 sonrası İslamcı kuşağın öyküsünün anlatıldığı filmlerin hayalini kuruyorum. Kekeme Çocuklar Korosu’ndaki, Mehmet Efe’nin Mızraksız İlmihali’ndeki ya da M.Kutlu’nun Ya Tahammül Ya Sefer ‘indeki hikâyelerin bir gün sizin ekibinizce sinemaya aktarılma ihtimali çok mu uzak?

Ahmet Kekeç’in Yağmurdan Sonra’sı ya da.

Mesela…

Bizim kuşağın kendi hikâyelerini anlatıp anlatamayacağını zamanla göreceğiz. Bizim tutunabileceğimiz bir sinema geleneğimiz, bir roman geleneğimiz yok. Ne yazık ki bize roman diye yayınevlerimizin önümüze koyduğu şeyler çok cesaret kırıcı şeyler oldu. O yüzden de anlatım gelenekleri olmayan insanlarız biz aslına bakarsan. Bugün kullanabileceğimiz araçlara ait geleneklerimiz çok geriye gitmiyor yani sinemamızda. Bir de sinema-dizi bunlar biraz pahalı üretimler. Bunun için yeterli kaynak bulunması çok kolay değil. Hikaye anlatabilecek adamların sinema yapmaları şu an için pek kolay gözükmüyor.

Benim bütün yaptığım şeyler aslında tek bir şeyin devamı: hikaye anlatmanın. Bu hikayenin formu değişebiliyor ama neticede değişmeyen şey bazen kendi içinde olduğum, bazen gözlemlediğim, bazen de oturup zihnimde tasarladığım öyküleri anlatmak. Radyodayken de bunu yapıyordum, kitaplarımda da.

HER MÜEZZİNİN BİR SEZAİ KARAKOÇ KİTABININ KAPAĞINI ARALAMASINI HAYAL EDİYORUZ

Filmden söz edelim biraz da. Musa da Clara da dertlerini söze dökerek anlatan tipler değiller…

Aslında gündelik hayatta da sinemada da derdini çok kelimeyle anlatmaya başlayan adamların dışarıdan çok iyi görünmediğine dair bir kanaatimiz var. Karşımızda durup da o gerçek duygularını susarak yaşayan, ama yüzüne baktığımızda ne hissettiğini anlayabileceğimiz insanları görmek bizi daha çok etkiliyor. Bir de bizim karakterlerimiz doğaları gereği çok fazla konuşan karakterler değil, mesela Clara. Bir dairede kilisenin rahibesinin bakımıyla hayatını devam ettiren, ailesi olmadığından kendisine sahaflardan aldığı aile fotoğraflarıyla bir albüm kurmaya çalışan bir kızın çok konuşması beklenemez zaten. Yine babası bir vekil imam olan, dolayısıyla bir yoksulluğun içinden geldiğini anladığımız, İstanbul’a ilk kez müezzin olarak ataması gerçekleşmiş bir Anadolu çocuğunun da çok fazla konuşmasını beklemek gerçekçi olmaz.

Film boyunca Kuran-ı Kerim haricinde 3 ismin kitaplarını görüyoruz. Mustafa Kutlu, Sezai Karakoç ve Charles Bukowski… Niye Kutlu, niye Karakoç, niye Bukowski?

Valla, aslında küçücük de olsa selam etmek istedik. Mustafa Kutlu bu ülkenin hikâye anlatmaya devam eden en önemli adamlarından bir tanesidir. Ve ülkedeki her müezzinin bir kere olsun bir Sezai Karakoç kitabının kapağını aralamasını hayal ediyoruz, böyle bir hayalim var açıkçası. Her müezzin bir kere olsun bir Sezai Karakoç kitabının kapağını aralarsa bence bu ülkede din dili adına, insan ilişkileri bağlamında çok şey değişebilir. Bukowski de bir tarafıyla bizim günahlarımıza karşılık gelen adamımız (Gülüyor).  Bir de kitapları kendi kütüphanemden alıp getirdiğim için başka adamların olması da beklenemez yani!

ROTTERDAM`A GİTMEMİZ BİR KADER

Rotterdam, Crossing Europe, İstanbul, Adana Altın Koza, Polonya Tofifest… Bunlar sadece ödül aldığınız festivaller. Diğer katıldıklarınızı saymıyorum bile… Şimdi de Altın Portakal ve Avrupa’nın Oscar’ı sayılan Avrupa Film Ödülleri’ne aday gösterildi filmimiz. Uzak İhtimal’i tutabilene aşk olsun!

Bizim için hayal edemeyecek kadar önemli bu. Rotterdam Film Festivali’ne gitmemiz bir kader aslına bakarsan. Rotterdam’da bu yıl Türk filmleri gösterilecekti. Filmin hiç hazır olmayan bir kopyasını kurgucumuz Çiçek (Kahraman) Altyazı dergisi ekibiyle beraber oraya vermiş “bu da oynar mı” diye. Filmi Rotterdam’daki yarışmanın seçici kurulunda olan bir kadın izleyip “Bu filmi yarışmaya alalım” demiş. O güne kadar da Rotterdam’da hiçbir Türk filmi yarışmamıştı. Hem gösterildiği sinemalarda hem de jüride bizim tahminimizin çok üzerinde bir karşılık buldu.

Film farklı ülkelerdeki festivallerde gösterildi. Sizi en çok sevindiren ya da şaşırtan tepki ne oldu?

Filmin kendi içinde bir humour’u var aslında. Çok ağır, karanlık bir film değil yani. Biz oradaki mizah duygusunu yabancı izleyici alabilir mi ondan çok emin değildik. Fakat aksine dünyada gösterildiği bütün festivallerde istediğimiz tepkiyi fazlasıyla aldık. Hollanda’da mesela o sahnelerde tüm salon gülmeye başladı. Yine Hollanda da beni çok etkileyen bir şey oldu. Film bitti ve salondaki yüzlerce insan tek bir tepki verdi: Ohh no! Bütün salonda öyle bir uğultu oldu ki inanamazsın!

İFF’deki en iyi senaryo ödülünü aldığın günün gecesi Facebook’taki sayfana : “her şey naylondandı o kadar” dizesini yazdın…

Turgut Uyar’ın meşhur dizesi… Hayatımızda bir takım şeyler yapıyoruz. Bunlar kimi zaman başarılı sonuçlara ulaşıyor kimi zaman başarısız. Karşılık bulan yaptığınız iyi şeylerin büyüsüne kapılıp nefsinizin sizi sürüklediği yerlerde boğulup kalmamak için, insanca yanınızı, vicdanınızı muhafaza etmek için kendinize telkinlerde bulunmanız gerekiyor. Ödüller, alkışlar insan için bir taraftan motive edici şeyler, ama bir taraftan da insanın kibrine sebebiyet de verebilir. Önemli olan şunu fark etmek: bu dünyada hakikate yakın olduğunuz ölçüde değer taşırsınız. Hakikate muhatap olduğunuz ölçüde hakikat kendinden menkul bir değerle sizi de kendi değer dünyasına çeker. Ve bu çok sessiz, çok yalın, hiçbir gösterişe ihtiyaç duymayan bir şeydir.

Bir de Meksika Sınırı sorusu olsun…

Meksika Sınırı 2 yıl Ülke TV’de devam etti ve bence pek çok başka kanalda benzeri programların yapılmasını talep eden yöneticileri harekete geçirdi. Televizyonda kültürün, sanatın, felsefenin, dinin, siyasetin çok daha derin bağlamlarda konuşulabileceğini göstermesi açısından çok önemli bir yol açtı. Fakat TV programı yapmak yıpratıcı ve tüketici bir şeydir. Meksika Sınırı da bu yıpranmışlıktan payına düşeni aldı. Aslında programın her üç adamı da bu 2 sene boyunca zaman zaman bırakmak istedi. En son İsmail aylar öncesinden sene sonunda bırakma kararı aldı. Biz Selahattin’le devam etmek istedik. Ama devam edip etmeyeceğini halen bilmiyoruz. Programın Meksika Sınırı ismini ben koymuştum Mehmet Efe’nin şiirinden mülhem. Fakat ben ismini koyduğum bir şeyin isim hakkını yasal olarak almak gibi bir şeyi bilmediğim için, kafam böylesi hesaplara basmadığı için programı yaptığımız kanal “biz bu ismi kullandırmayız çünkü programın isim hakkını aldık.” dedi. O yüzden de bir program yaparsak da ismi Meksika Sınırı olmayabilir. Ama Meksika Sınırı ismiyle başka adamlar yapabiliyorsa onlar da yapsınlar, miri maldır yani!


GENÇ'ın Yazısı.