Adem Bölükbaşı

Derin bir nisyanla yaralanmış ferd ve cemiyet şuurunun yüzyılımızdaki savunucusu. Türlü taarruzlar karşısında zaafa uğramış ahlakî ve kültürel bünyemize kendine has ilmî anlayışıyla bir diriliş aşısı yapmanın peşinde bir adam. Erol Güngör’ün belki de bütün çabası buydu; ahlak ve kültür boyutundaki aşınmayla benlik şuurunu yitirmiş insanımıza ve toplumumuza neyi unuttuğunu hatırlatmak.

Geçmişini yok saymak durumunda bırakılmış bir toplumun duygu ve fikirleri boşlukta asılı durmaya mahkûmdu. Şairler, dava adamları, gönül adamları vardı hala bu ülkede geçmişin izlerini bugüne taşıyan. Oysa ilmin kuruyan nehrini canlandıracak ve yok olmaya yüz tutmuş bir ilim geleneğine yeniden canlılık kazandıracak gayretli ilim adamlarına o kadar az rastlanıyordu ki. Erol Güngör bu ilim geleneğinin varisi olduğunun şuurunda bir münevver olarak her daim akademik çalışmaların sınırlarının ötesinde bir hedefe yönelmişti.

Böylesine derin bir ilmî zeka için çok kısa sayılabilecek bir ömür sürdü. Kırk beş yaşında genç bir ilim adamı olarak vefat ettiğinde ardında sayısız kitap, makale ve gazete yazısı bırakmıştı. Lise yıllarından, üniversitedeki asistanlık yıllarına ve oradan da rektörlük yaptığı son günlere kadar hep hummalı bir çalışmanın içinde olmuş ve sanki bu dünyadan erken göçen bütün fikir işçilerinin yaptığı gibi fikirlerini küllî bir hedefe odaklamıştı. Bu hummalı çalışkanlığı ve ilim konusunda gösterdiği titizliğiyle sadece bilimsel etkinliğini değil bir bütün olarak şahsiyetini de belli bir noktaya taşımıştı. Erol Güngör’ün ilim ve fikir adamlığını bu şahsiyetten ayrı düşünebilmemiz mümkün değildir.

Şahsiyet meselesinin onda ne derece derin bir tesiri bulunduğunu daha iyi anlamak için, İstanbul’a bir üniversite öğrencisi olarak gelişinden itibaren girdiği çevrelerde çeşitli vesilelerle tanıştığı isimlerle ilişkisini iyi anlamamız gerekiyor. Bunlardan birincisi hocası Mümtaz Turhandır. Yakın arkadaşı Mustafa Kafalı’nın belirttiğine göre Erol Güngör’ün Hukuk Fakültesi’nden Edebiyat Fakültesi’ne geçmesindeki başlıca sebebini şöyle ifade etmiştir: “iyi rehberler olmadığı sürece ilimde bir gelişme kaydetmek mümkün değildir.”  Mümtaz Turhan’ın şahsında kendisinde ilmî rehberini bulduğunu görüyoruz. Onun Mümtaz Turhan’la tanışmasına vesile olan Fethi Gemuhluoğlu ise Erol Güngör gibi daha nice gençlere ağabeylik yapmış müstağni bir gönül adamıydı. Hocası Mümtaz Turhan’a olan saygısı da ondan tevarüs ettiği ilim geleneğiyle taçlanmıştı. Yine Fethi Gemuhluoğlu’nun Erol Güngör’e  “siz birbirinizden hiç ayrılmayın” dediği bir başka ilim adamı ise ömür boyu en yakın dostlarından olan Mehmet Genç idi. Mehmet Genç’le olan dostlukları tam manasiyle bir zihnî birliktelik şeklindeydi.

Fakat Erol Güngör’ün dünyasında çok sevdiği bir adam vardı ki bu sevgi ilk bakışta sanki onun o soğukkanlı ve müstehzi bilim adamı zekâsına zıtmış gibi görünüyor ancak bahsini ettiğimiz “şahsiyet meselesi” düşünüldüğünde aslında her şey yerli yerine oturuyor. Erol Güngör’ün “derin bir ihtirasla sevdim” dediği bu kişi Dündar Taşer’di. Güngör, ilim konusunda bunca titiz, gündelik siyasî bakış açısından bu kadar uzak olduğu halde Dündar Taşer gibi siyasetin içindeki bir emekli askeri nasıl bu kadar önemsiyor ve kitaplarında hem de birkaç yazıyla özel olarak ona yer veriyordu. Doğrusu bu husus Erol Güngör’ü anlamak için üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir bahis olarak karşımızdadır. Türk dili ve Türk düşüncesine, dinin felsefî, toplumsal ve kültürel boyutlarına, bir ahlakî sistem olarak devlete ve kültürümüzün ve insanımızın yegâne kaynağı olarak tarihe bunca önem veren bir bilim adamı, ola ki Dündar Taşer’de bütün bu hassasiyetlerinin bir aksülâmelini müşahede etmekteydi. Nasıl ki ilim yolunda rehberliğin önemine binaen “evvel refik, ba’del tarik” diyerek Mümtaz Turhan’la beraber çalışabilmek için sosyal psikoloji sahasına geçiş yaptıysa, Dündar Taşer’in sohbetlerinde de aynı yoldaşlık havasını teneffüs etmekte ve onunla hemhâl ve hemdert olduklarını sezmekteydi. Ondaki tarih ve devlet vizyonunu Yahya Kemâl’le kıyaslayarak Dündar Taşer’in şahsında temsil ettiği değerleri ne derece önemsediğini apaçık vurgulamaktaydı. 

Onun bir sosyal psikolog olarak doğrudan veya dolaylı biçimde hep üzerinde durduğu şahsiyet probleminin, Ahmet Davutoğlu’nun “Medeniyetlerin ‘Ben’ İdraki” olarak kavramsallaştırdığı yaklaşımla da ciddi bir paralellik arz ettiğini düşünüyorum.

İnsanın kendini tanıması nasıl ki dolaylı ve daha karmaşık bir süreç olarak gerçekleşiyorsa toplumlar için de aynı kural geçerlidir. Dolayısıyla Erol Güngör eserlerinde bizim insanımızın ve toplumumuzun kültür ve ahlak kaynaklarının yeniden keşfini, kendimizi tanımamızda oynayacağı merkezi rol nedeniyle son derece önemsemektedir. Bu yüzden insanlarının şahsiyet inşasının sağlamlığı ve toplumların kendi şahsiyetlerini idrakleri ölçüsünde sıhhatli bir gelişme kaydedebilecekleri noktasını ısrarla vurgulamıştır.

Bu ben idraki ya da şahsiyet şuuru neyi temsil etmektedir? Kendimizi bulduğumuz değerleri ve “herhangi bir şey” değil de “işte o şey” olarak temeyyüz etmemizi sağlayan hususiyetlerimizi; Necip Fazıl’ın “bir şey koptu benden şey/her şeyi tutan bir şey” dediği işte o şeyi… Bütün bunları ancak şahsiyet şuurumuz sayesinde yerli yerine koyabileceğimizin gafili olduğumuz sürece, kendi hâlimizin arifi olmamız mümkün gözükmüyor. Erol Güngör bu idrakin açıklamasını yaparken meseleyi sığ bir sosyolojizme kurban etmeden dil, düşünce, tarih, kültür, devlet, ahlâk ve din ekseninde bir tahlil yapmıştır.

Belki de onun yaptığı işlerdeki en mühim hususlardan biri de “gençlik” mefhumuyla olan alakasıydı. Şöyle ki; Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Mümtaz Turhan, Ziya Nur, Fethi Gemuhluoğlu gibi kendinden önceki nesilleri temsil eden birçok ismin yaşadığı devre yetişti. Bu isimlerin hepsiyle beraber ama hepsinden ayrı bir yerde durdu ve hepsinin takdirini kazanmış başarılı bir “genç” adamdı o. Genç olarak yaşadı ve genç olarak öldü.  Muhayyel gençlik ütopyalarının peşinde değil ideallerini gerçeğe dönüştürmenin peşindeydi hep. Üstlendiği bu vazifeyi de büyük ölçüde yerine getirmiş bir kişi olarak ömrünü tamamladı. Ömrünü tamamlamış ama devrini tamamlamamış bir sevdaydı onunki. Devrini tamamlamamıştı, çünkü tartıştığı meseleler, yürüttüğü ilim ve fikir mücadelesi, delisi ve dertlisi olduğu dava hep dipdiri ve hep canlıydı. Bunca fikir kısırlığı içindeki bir ülkede yine de fildişi kuleye çekilmeden ama sokak siyaseti seviyesine de asla taviz vermeden titiz bir mücadeleyi yürüttü.  Şahsiyetin inşa edildiği bir dönem ve  -Nurettin Topçu’nun kavramlarıyla ifade edecek olursak- isyanla ahlâkın buluşup ayrıldığı bir kritik alan olarak “gençlik” dairesinde mücadelesini sürdürdü.

Güngör, Türkiye’de tecrübe edilen toplumsal dönüşümlerin ahlak ve kültür krizi olarak nasıl yaşandığını derinlemesine tahlil eden eserleriyle günümüzde çok daha fazla ihtiyaç duyulan bir ilim geleneğinin temellerine harç taşımıştı. Bu ahlak ve kültür krizini Batılılaşma sürecimiz boyunca “buhran” ve “inhıtat” başlığı altında ele alan “duygusal” yaklaşımların ötesinde meseleye, aklında hep “ne yapmalı” sorusunu tutarak bakmış ve “nasıl yapmalı” üzerine derinlemesine kafa yormaya başladığı yaşlarda Hakk’a yürümüştür.

Onun gibi kişilerin ömürleri hep kısa ve fakat gölgeleri uzun oldu. Sosyal bilimlerin ülkemizde yalnızca bir ideolojik sistem değil bir “kültür bilimi” ve bir “insan bilimi” olarak yeniden anlaşılmasındaki payı büyük olan bu değerli ilim adamına borcumuz, insanımıza ve kültürümüze olan borcumuzla aynı kefeye konmaya layıktır. Zira yorulmak bilmeden ahlak ve kültürün tecessüm ettiği bir timsal olarak insanımızın kaynağını arayan o şahsiyetin kendisi de, aynı ahlakın ve aynı kültürün insanıydı.


GENÇ'ın Yazısı.