Bir ülke düşünün beş denize limanı olan… Pek çok kanalından ister İskandinavya’ya ister Türkiye’ye seyahat edebileceğiniz… Sibirya’dan, Karadeniz kıyılarına uzanıp, Çin sınırından Avrupa dağlarına sırtını dayayan yedi milyon kilometrekarelik bir ülke... (Avrupa kıtasının on milyon kilometrekare olduğunu anmadan geçemeyeceğim.) Burası Rusya. Başkent Moskova 850 yıllık geçmişi, tabii güzellikleri ve bozulmamış tarihi dokusu ile ülkenin en iyi temsilcisi…

Moskova Rusya’nın kalbiyse Kremlin de Moskova’nın kalbi. Sıfır km noktası Kremlin’de başlıyor. Sarayların sarayı şehir içinde korunan bir şehir. Esasen Kremlin sur içinde kalan bölümün adı. Hiçbir zaman tek kişinin olmamış; soyluların, hizmetçilerin, zanaatkârların, terzilerin, sanatçıların ve tabii ki Rus Çarının şehri. Yüzyıllardan beri aynı dokuyu koruyor. Sadece 1961’de komünistlerin yaptığı bir toplantı binası eklenmiş.

Kremlin’deki Kilise Meydanı yüzyıllarca soyluları ağırlamış. Paha biçilmez İkonostasis*’e sahip Meryem’e Müjde Katedrali’nde vaftiz edilen Çar, Meryem’in Göğe Çıkışı Katedrali’nde taç giyer, öldüğünde ise aynı meydanda bulunan Baş Melek Katedraline gömülürdü. Baş Melek Mikael’e adanan Rus ve İtalyan tarzı kilisede bulunan 46 lahitten biri de Korkunç Ivan’a ait. 

Kremlin meydanının sonunda Büyük Kremlin Sarayı devasa ön cephesiyle yükseliyor. Hemen aşağısındaki devlet silahhanesini rehberli bir turla gezebilir; yıllara hükmedip şimdi toprak olan Çarların kıyafetlerini, taç ve mücevherlerini görebilirsiniz. Ayrıca Çar topu, her çalışında kulakları sağır eden 81 m lik, 21çanlı Ivan’ın çan kulesi (çanlardan en ağırı 64 ton), bir kaza sonucu çatlayan ve tamiri 2 yıl süren, 200 tonluk Çar Çanı bugün turistlerin fotoğraflarına poz veriyor. 1918’de Moskova’yı yeniden başkent yapan Lenin’in evi ve yazıhanesi de surların içinde. Kremlin hala siyasal merkez olmayı sürdürüyor ama turistlere de kapısını açmayı ihmal etmemiş.

Kızılmeydan’da Rusya’nın en ünlü manzarası Aziz Vasili Katedralinin rengârenk soğan kubbeleriyle karşılaşırsınız. Kremlin surlarının gölgesinde Lenin’in mozolesi çelik zırhını giymiş donuk bir silahşor gibi dikilse de meydanda GUM (çarşı) gösterişli dış cephesi ve yanan ışıklarıyla bayram çocuğu kadar neşeli. Uzun tarihi boyunca şaşırtıcı ve sarsıcı olaylarla dolup taşan meydan sanıldığı gibi adını dökülen kanlardan almıyor. Rusçada kırmızı ve güzel eş anlamlı bir kelime. Tarihi meydana bu adı, güzelliği mi yoksa eskiden pazar yeri olan bu meydandaki tahta dükkânlarda çıkan yangınların alevi mi vermiş, bunu Ruslar da bilmiyor. Arnavut kaldırımı döşeli meydanda ben fotoğraf çekerken, dünyadan kopmuş bir genç ipodunun eşliğinde dans ediyor, birkaç turist bağdaş kurmuş renkli soğan kubbeleri seyrediyor. Sahte Leninler üç avroya sizin ile poz vermeye hazır. Sanki yüzyıllar boyu bir el binalara dokunmamış da sadece insanları değiştirmiş.

Moskova’da pek çok II. Dünya Savaşı anıtı var. Savaşın yükünü omuzlayan Sovyetler çoğu sivil tam 26 milyon kişiyi kaybetmiş. Komünizmden kalma sosyal konutlar keskin hatlarıyla göğe uzanıyor. Stalin devrinde yapılanlar daha süslü ve alımlı olsa da yine de sosyal konuttan fazla bir şey değil.

Moskova’nın pahalılığını duymuştum ama bu kadarını da tahmin etmemiştim. Avrupa malları neredeyse üç misli fiyatına vitrinleri süslüyor. Kominizim bitince petrol, doğal gaz, silah ve uzay teknolojisi hariç sanayi ölmüş. Bu pahalılığı arttırırken Rusya nakit parasının %70’i Moskova’ya akmış. Fiyatlardaki fahiş artışın sebebi bu…

Moskova metrosu gezilmezse olmazlardan. Dünyanın en eski metrosu olmasa bile gördüklerimin en ihtişamlısı; istasyonlardan bazen saray koridoru bazense heykel müzesinden geçiyormuşçasına yol alıyorsunuz. Metronun merdivenleri baş döndürücü uzunlukta, bunun sebebi aynı zamanda sığınak olarak kullanılmaları. 1935’te başlatılıp hala geliştirilmekte olan metro ağı turistik bir gezi olarak da kullanılıyor. İtalyan başbakanı bile Moskova ziyaretinde birkaç metro istasyonu gezmiş.   

Moskova’nın tarihi onursal mezarlığına da gittik. Çehov, Gogol, Boritz Yeltsin, Gorbaçov’un eşi ve ünlü balerinlerin lahitleri arasında tanıdık bir isme rastladık: Nazım Hikmet.

Napolyon müzesinde 1812 savaşı 360 derecelik bir kanvas tabloda anlatılıyor. Top gürültüleri, savaş sesleri eşliğinde tabloyu özel balkondan seyrederken savaş önünüzde canlanıyor sanki. Napolyon Moskova’yı aldı almasına da ne Kremlin’in anahtarı teslim edildi ne de sağlam bir şehir. Avrupa Napolyon’un işgali sırasında yaşamayı seçmiş, çocuğunu ona asker verebilmişti. Ruslarsa Moskova’yı yakıp yıkıp terk etmişler. Başka bir şehirde garson, kapıcı olmuş ama teslim olmamışlar. Rusların tek teslim olduğu şey var, o da içki. Tarih boyunca Deli Petro’dan Çariçe’ye bugünkü iş adamından serserisine kadar hepsi her an içmeye hazır ve içiyor da...

Moskova’nın Zafer Parkında II. Dünya Savaşı’nın anısına açılan cami, sinagog ve kilise savaşta üç dinin birlikte savaştığını simgeliyor. KGB’nin taş binası adını değiştirse, pencereleri artık Sibirya’ya açılmasa ve hatta sert hatları daha yumuşak gelse bile insanların tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Bolşoy tiyatrosu 1850’de düğün pastasını andıran cephesiyle tiyatro meydanında yerini almış. Çaykovski’nin Kuğu Gölü balesinin galasını görmüş ve hala her sene kapılarını Çaykovski hayranlarına gururla aralamakta. Sanata, baleye, tiyatro ve tarihe düşkünlere pek çok fırsatlar sunuyor Moskova… Ama yemeğe düşkün bir gezginseniz işiniz zor. Sanata ve tarihe bir şekilde doyarsınız ama karnınızı istediğiniz şekilde doyurmak zor.

*İkonostasis: Rus Ortadoks kilisesinde ana bölümü arkadaki mahfazadan ayıran üzerinde dini resimler ve ikonalarla süslü yüksek bölme.


Hande Berra'ın Yazısı.