Yapıp ettiğimiz herşey gibi, yazmak da bir imtihan konusudur; kendisine yazma yeteneği verilmiş herkes, bu yeteneği yanlış kullandığı durumda da, yanlış kullanma korkusuyla hiç kullanmadığı durumda da sorumludur. Buna karşılık, onun için, bu yeteneği kullanıp geliştirerek hayrı çoğaltma, bir hakikatin çok ellere ulaşmasını sağlama gibi bir imkân da söz konusudur.

Hayat yolculuğu boyunca, önümüze iki yol çıkar durmaksızın. Rabbimizin dosdoğru yoluna karşılık, ikide bir sapaklar çıkar karşımıza. Her gün, her saat, hatta her dakika sınanırız. Hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, iyi ile kötü arasındaki mücadele de, sınanma da hiç bitmez.

İmtihan hayatın kaçınılmaz gerçeğidir ama, insan sanki böyle bir imtihan yokmuş gibi davranmayı seçer kimi zaman. Doğrular ve yanlışlar arasında sürekli bir mücahede zor gelir, hak ile bâtıl arasında bir nefis murakabesi ona yorgunluk verir. O yüzden, sanki bir üçüncü şık varmış ve bu üçüncü şıkkı tercih edince imtihandan kaçıp kurtulması mümkün imiş gibi davranır. Halbuki, bu da ‘doğruyu seçememe’ durumudur. Yanlış şıkları işaretlemek karne notumuzu ‘zayıf’ kılarken, doğru ile yanlış arasında hiçbir seçeneği işaretlememe bize asla ‘geçer not’ kazandırmaz.

Açarsak: Âlemlerin Rabbi, insanın eline, O’nu tanısın, bilsin, sevsin ve yalnız O’na ibadet etsin diye nice nice donanımlar vermiştir. İnsan bu donanımları O’nun yolunda kullanma durumundadır. Başka yollarda kullanmak insanı Rabbi karşısında sorumlu kıldığı gibi, yanlış kullanma korkusuyla hiç kullanmayıp âtıl bırakmak da yine onu Rabbine karşı sorumlu kılar. İnsan, aklı için de, kalbi için de, başka bütün donanımları, kabiliyetleri ve duyguları için de aynı imtihanla yüzyüzedir: kullanmamak veya kötüye kullanmak gibi iki yanlış seçeneğin arasında verileni Verenin adına kullanma doğru seçeneğini başarma durumundadır.

Bu girizgâhtan sonra, meramımızı ifadeye gelirsek; hayat boyu karşımıza çıkan bu durum, bizim için, ‘yazmak’ sözkonusu olduğunda da geçerlidir. Yapıp ettiğimiz herşey gibi, yazmak da bir imtihan konusudur; kendisine yazma yeteneği verilmiş herkes, bu yeteneği yanlış kullandığı durumda da, yanlış kullanma korkusuyla hiç kullanmadığı durumda da sorumludur. Buna karşılık, onun için, bu yeteneği kullanıp geliştirerek hayrı çoğaltma, bir hakikatin çok ellere ulaşmasını sağlama gibi bir imkân da söz konusudur.

Gelin görün ki, bu yeteneği yanlış kullananların, yazıyı kötünün hizmetine verenlerin, kötü yazanların, iyiyi yazmakla ve iyi yazmakla başladığı halde şöhretin büyüsüne kapılıp Rabbinin dosdoğru yolundan çıkıp sapaklara kayanların varlığı, kalemini âlemler Rabbinin yolunda kullanabilir durumdaki nice istidadı bu duruma düşmemek için ‘hiç yazmama’ gibi bir tercihe sürükler.

Dahası, böylesi bir tercihin isabetini göstermek adına, Kur’ân’a dahi atıfta bulunur kimileri: Değil mi ki, Kur’ân’da ‘şairlere’ atıfla bir sûre vardır? Değil mi ki, bu sûrede, şeytanların üzerlerine indiği şairlerden; şeytanlara kulak veren ve ekseriya yalan söyleyen şairlerden; en belirgin vasıfları çapkınlık ve sapkınlık olan şairlerden; gözü hakkı görmez iken vadilerde ‘imge’ peşinde koşan hayalperest şairlerden, yapmayacakları şeyleri söyleyip duran şairlerden söz edilmektedir? Durum buysa, yazmamak en iyisidir!

Kalemini, bir fidan gibi gelişip bir ağaç gibi meyve vermeye müsait iken kurutmuş veya kırmış birçok istidad, niye yazmadığını izah sadedinde, bu endişeye sığınır, bu gerekçeyle tercihini haklılaştırır.

Oysa, yine Kur’ân’da ‘Namaza yaklaşmayın’ ifadesini okuyup âyetin devamından sarf-ı nazar etmeye benzer bir durumdur ortada olan. Şuara sûresi, son âyetlerinde tam da yukarıda zikredilen özellikleri üzerinde taşıyan şairlerden söz etmektedir. Ama, ‘en son âyetlerinde’ değil. Sûrenin en son âyetleri ise, bilakis, sözünü ve kalemini doğru yolda kullanıp âlemler Rabbinin hoşnutluğunu kazanan şairleri övmektedir:

“Ancak, iman edip salih ameller işleyen, Allah’ı çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesna.” (Bkz. Şuara sûresi, âyet: 227)

Âlemlerin Rabbi, kendisini ‘söz sanatı’yla nimetlendirdiği kullar için, razı olacağı yola işaret etmektedir sûrenin bu en son âyetiyle. Demek ki, kalem erbabı olmak, yazmak, sanatlı söz söylemek, söze anlam taşıtmak bizatihî kötü değildir; kötü olan kalemi, yazıyı, sanatlı sözü kötü yolda kullanıp ona kötü anmaklar taşıtmaktır. Ama buna karşılık, hayatını iman ve amel-i salih üzere kuran, kalemiyle imana ve amel-i salihe hizmet eden; Allah’ı çokça zikreden ve kalemiyle insanları zikrullaha sevkeden; zulme karşı direnen ve kalemini zulmü gidermek için istihdam eden kalem erbabı, Rabbinin hoşnutluğunu kazanmış durumdadır.
Nitekim, kılıcı veya oklarıyla cihad edebilir durumda olmayan Hassân b. Sâbit, Kureyş müşriklerine karşı kalemiyle ve sözleriyle ettiği cihaddan dolayı Şuarâ sûresinin bu son âyetine uygun bir yazı hayatının örneği olduğu gibi, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “Onun sözleri sizlerin oklarından daha ziyade Kureyş’e tesir eder” mealindeki iltifatına mazhar olmamış mıdır?

Sözün kısası, söz sanatı, yazma yeteneği vermişse Rabbimiz bize, ne bunu yanlışta kullanabiliriz, ne de kullanmamak sûretiyle sorumluluktan kaçabiliriz. Rabbinin söz sanatı, yazma yeteneği verdiği kullarına düşen, kalemini, sözünü ve sanatını O’nun yolunda kullanmak, O’nun yolunda geliştirmektir.

‘Yazı Atölyesi’nde rotamızı, biiznillah, Şuarâ sûresinin bize gösterdiği bu istikamet belirleyecek.

Atölyemiz, bu rotada nice nice istidadların gün yüzüne çıkmasına; nice taze tohumun kabuğunu çatlatmasına, kabuğunu çatlatmış nice fidanın ise ağaç olup meyveler verir hale gelmesine vesile olabilirse, ne mutlu hepimize!

Yazılarınızı
yaziatolyesi@gencdergisi.com
adresine gönderin,
Metin Karabaşoğlu
değerlendirsin.


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.