İsviçreli ünlü bir dansçıyken, New York’ta bir mescide giden ve çok etkilenen Christine Brodbeck, bir süre bu mescide devam eder ve 1987 yılında müslüman olarak Rabia ismini alır. “New York`taki mescit ziyareti ile bir bardak hayat suyu içtim. İstanbul`u ilk ziyaretimle de vahdet denizinde boğuldum.” diyen Rabia Hanım, 1992 yılında da “hicret ederek” İstanbul’a taşınır. Burada tasavvufun derinliklerine dalar. «Bu yolda on beş yıllık seyahatimden sonra, manevi olarak son derece dolu, hatta taşmak üzere olduğumu hissetmeye başladım. Bu nedenle bazı izlenimlerimi kağıda dökmeye başladım. O kadar çok ilahî güzellikle karşılaştım ki bu derin deneyimleri ifade etmekten başka bir şey yapamazdım” diyen Brodbeck, Ayşe Şasa’nın teşvikiyle yazdıklarını yayınlamaya başlar ve şu zamana kadar birbirinden güzel dört kitabı çıkar: Modern Dansçının Dönüşümü, Hz. İnsan, Fakr’a Övgü, Sonsuz Kulluk. Onun hakkında Ayşe Şasa’nın söylediği şu sözleri de ekleyelim ve sohbetimize geçelim: «O tam bir âşık. Ve aşkının harikuladeliğini terennüm ederken, bizlere de aşk, şevk ve ilham vermeye devam edecek.»

Yeni bir kitap hazırlığı içindesiniz. Nedir konusu? Oradan yola çıkarak bir sohbet gerçekleştirelim dilerseniz.

Konusu evliya ve velayet. Bu da sevmek ve takip etmek üzerinden ele alınıyor. Sevmek ve takip etmek zorundayız. Dinimiz bunun üzerine kurulu. Bütün hak dinler bunun üzerine kurulu aslında. Takip etmiyorsak bu iş olmaz! Yani Peygamber Efendimiz’i takip etmiyorsak olmaz bu iş. Bu çok çok mühim. Kur’an bizler için hayat rehberi, en büyük hakikat. Ama iyi anlamalıyız. Kavramalıyız ve yaşamalıyız. İşte Kur’an bize diyor ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız Hz. Muhammed’e tâbi olun, O’nu takip edin. Öyle yaparsanız Allah da sizi sever, günahlarınızı bağışlar. Demek ki takip şart. İşte bizim yolumuz bu; takip takip. Her şey takip.

Takip olmazsa ne olur peki?

İnsan insana her bakımdan ihtiyaç duyuyor. Allah insanı insan aracılığıyla terbiye ediyor. Allah insana insan aracılığıyla tecelli ediyor. Birbirimizi terbiye ediyoruz yani. Çok mühim bu. Hep okuyoruz, Allah diyor ki: «Beni razı eden ve Ben’im razı olduğum insan, Ben’im kullarımın arasına gir, Ben’im cennetime gir.” Dikkat etmiyoruz genelde ama burada öyle mühim bir nokta var ki… Ancak ve ancak, biz birbirimize yardım edersek, hizmet edersek, birbirimizi terbiye edersek oluyor… Ve Allah “cennete gir” demiyor. “Cennetime gir” diyor ayette. Öyle bir cennet ki, ırmaklar, huriler değil, Zat cenneti… Aynen ayette dendiği gibi: O’nun veçhe s inden başka, zatından başka her şey helak olucudur. İşte bizler, salih insanlar arasında kalarak, onlarla yaşayarak burada onu tecrübe edebiliriz. Bir örnek vermek gerekirse: Ben İsviçre’den buraya hicret ettim. Hicret her şeyi terk ederek oluyor. Aile, iş, makam.. Her şeyi terk ederek yeni bir hayata sıfırdan başlamaktır hicret. Allah için gidiyorsunuz ama. Bu çok çok önemli. Bu yüzden, ben İstanbul’da, bu topraklarda aslında umredeyim, mana olarak böyle.

İşte aynen bunun gibi, bu dünyada salih kulların arasına girip, o cenneti yaşamak da mümkün, manen…

Mesela beni kitaplarım vesilesiyle tanıyan bir kişi, beni davet etti bir gün. Oturduk ve konuştuk uzun uzun. Öyle hâller yaşadık ki kaç defa ayağa kalktık ve birbirimize yapıştık, sarıldık, ağladık. Hayatım boyunca süren bir hasret gerçekleşti. Şaşkınlık içinde kaldık, cenneti yaşadık sanki. Ne güzellikti öyle…

Aslında hep bunu istiyoruz değil mi? Hâlimizden anlayan insanlarla buluşmayı, onlarla kucaklaşmayı… Ve onlar aslında bizim sütkardeşimiz. Hangi manada? Yani bizler aynı yerden beslenmişiz, aynı ilimlerden içmişiz, aynı sevgiyi taşıyoruz. Aynı güzelliklerden besleniyoruz… Bunun için de sütkardeşi oluyoruz manen…

DİNİMİZ EVLİYA REÇETESİ VERİYOR!

Devam edin lütfen…

Bizim dinimiz öyle müthiş ki, evliya reçetesi veriyor resmen. Allah bize “evliya” çağrısı yapıyor. Evliya olmamızı istiyor. Yani ne demek? İnsan-ı kâmil çağrısı demek. Bir kudsî hadiste, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi murad ettim, alemleri yarattım” diyor Allah. Bizden istenen de bu. Allah’ı bilmek, insan-ı kâmil olmak. İşte bu gerçekleşiyorsa, zaten hayat cennet oluyor.

Mümin olmak hizmet etmek demek. Kendin için yaşamamak demek. Kendi ihtiyacımıza rağmen başkasını tercih etmek asıl mesele. Gerçek cömertlik de bu zaten. Sadece para vermek değil mesele.

Yeni kitabınızın konusuna da paralel olarak, güncel bir soru ile devam edelim isterseniz: Şimdilerde çoğu kişi, “bize sadece Kur’an yeter, bir mürşide gerek yok, biz kendimiz okuyarak da insan-ı kâmil oluruz ” diyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

İşte yeni kitabım onlara bir tokat vuruyor aslında. Peygamber Efendimizi takip etmeden nasıl olur nasıl?! O’nu takip edenler nasıl yaptılar ona bakmak lazım. İşte onlar evliyalar. O kadar ihtiyaç var ki. Diğer yandan, o gibi insanlar Kur’an’ı putlaştırıyorlar. Kur’an sayfa çevirmek değil ki. Kur’an bir kitap değil ki sadece. Kur’an Muhammedî ahlaktır. Bu yoksa yok. Yani ahlak-ı Muhammedî yaşanmadan Kur’an anlaşılmaz. Ve o ahlakı miras edinen, zaten evliya oluyor.

HEP DÜNYEVÎ ENDİŞELER İÇİNDEYİZ! OYSA...

Ayette deniyor ki: “Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına) korku yoktur. Onlar, mahzun da olmazlar.” Ben o kadar etkileniyorum ki bu ayetten. Bizim için bu. Yani Allah burada evliya bir tarafta, halk bir tarafta demiyor. Biz ayrı sanıyoruz onları. Allah bizim için söylüyor, tüm insanlar için. Ne korku, ne endişe. Öyle büyük bir şey ki bu tek başımıza kazanamayız, başaramayız bunu. Çünkü korkuyoruz, hep endişe içindeyiz. Kaybetmekten korkuyoruz mesela. Hep dünyevi endişeler ama. Bütün varlığımız dünyevi endişeler içinde. Biz ne yapacağız peki? Sünneti yaşamak nedir peki? Sünneti yaşamak, dünyevi endişeleri bırakıp ilahi endişelerle dolmak demek. Kaygımızın, derdimizim ahiret olması demek. Bakın Peygamberimiz ne dedi: “Ümmetim, ümmetim” dedi hep. Dikkat edin: Allah demedi ki. Peygamber çırpınıp duruyordu bizler için, ümmeti için. Çok büyük bir şey bu. Her şey bizim için. Bütün endişesi bizim için. Peki biz ne yapıyoruz, ne cevap veriyoruz. İşte bu noktada Peygamber Efendimizi takip etmek lazım. Endişemiz böyle olmalı. Derdimiz böyle olmalı.

“BENİM İÇİN DÜNYADA SADECE HİZMET KALDI”

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyor Peygamberimiz. Bu o kadar ağır bir şey ki. İşte mesele evliya olma meselesi, Allah’a dost olma meselesi. Hz. Ali (ra) demiş ki: “Ben dünyayı boşadım.” Hz. Hatice demiş ki: “Efendimizi tanıdıktan sonra benim için dünya bitmiştir.”

Biz Peygamber Efendimizi seviyoruz diyoruz ama içimizde dünya sevgisi o kadar var ki... Nasıl seviyoruz… Aşk-ı Muhammedî dünyayı yakmaktır! Yakacaksın. Kopartacaksın. Hz. Hatice gibi. Çok etkilendiğim bir örnek var. Peygamberimiz tebliğ için bir yerlere gitmiş. Güneş altında hep. 60 derece, 50 derece. İşte Hz. Hatice, Efendimiz ne zaman dışarı çıksa hemen dışarı fırlarmış ve güneşin altına gelirmiş. Ve dermiş ki “O dışarıdayken benim gölge altında oturma hakkım yok.”

Mümin olmak hizmet etmek demek. Kendin için yaşamamak demek. Kendi ihtiyacımıza rağmen başkasını tercih etmek asıl mesele. Gerçek cömertlik de bu zaten. Sadece para vermek değil mesele.

Allah Allah ya… (Gözleri dolu bir halde şaşırıyor) Nasıl seviyoruz biz? Bir de çok önemli bir söz söylemiş Hz. Hatice: “Benim için dünyada sadece hizmet kaldı.” Hakiki hizmet işte o. Dünya kalpte olmadan yapılan yani. Şimdi ise öyle değil: Fakirlere dağıttım, şunu ziyaret ettim, bunu yaptım diyoruz. Hizmet ettim, yaptım, ettim deyince zaten o hizmet gidiyor, anlamını yitiriyor…

İNSANSIZ NASIL OLACAK BU İŞ?

Bu örnekleri şunun için verdim: İnsandan örnek almıyorsak böyle şeyleri nasıl bileceğiz. Kur’an bir bilgi. Ama kim için? Yaşayan için. Hz. Aişe annemiz, Peygamber Efendimiz için “O yaşayan bir Kur’an’dı” demiş ya. İşte hakikat bu. Marifetlerin nuru, hakikat O’nda ortaya çıkmış ve yaşıyor. Şimdi bizim görevimiz burada? Şu: Nasıl bu dünyayı kalbimizden çıkarabiliriz? Nasıl olur bu iş? Bu bir ameliyat. Biz burada bir bebek olarak doğduk. Nasıl yiyecek, nasıl yürüyecek, nasıl konuşacak, kimden öğrenecek insan? Annesinden babasından. Kur’an’ı da böyle öğrenmemiz gerekiyor. Hak yolunda yürümeyi aynı zamanda. İnsansız nasıl olacak bu iş? Kimiz biz? Biz bebeğiz. Biz hiçbir şey bilmiyoruz.

Bu manada, aslında herkesin bir mürşid-i kâmille buluşması lazım diyorsunuz değil mi?

Evet. Ama bugünlerde çok zor bu. Neden, çünkü çok az mürşid-i kâmil kalmış bu dünyada. Ben böyle görüyorum yani. Onlar da o kadar çok yük taşıyorlar ki, binlerce insanı taşıyorlar. Bu yüzden de onlarla görüşmek de pek mümkün olmuyor…

Ama şunu da söylemek lazım: Öyle insanlar var ki, doğrudan Hakk’a ulaşabilir belki. Veysel Karani hazretleri mesela. Peygamberler mesela. Ama onlar müstesna. Bize düşen ise takip…

ALLAH’A OLAN İHTİYACIMIZI ARTIRMALIYIZ!

Görünen o ki siz yüksek duygularınızı korumaya ve güzel bir manevi atmosferde yaşamaya gayret ediyorsunuz. Bu zor olmuyor mu? Bu hâli devamlı korumak için ne yapmak lazım?

Bu modern dünyada, hep söylüyorum üç şey eksik: İlahi duyarsızlık çok yaygın. İlahi susuzluk yani ruhun açlığı çok yaygın. Ve ilahi şuur eksik. Allah’a olan ihtiyaç, bu çok büyük bir şey. En önemlisi bu. Hayatımızın motoru bu olacak. Sonra zaten cazibe gelecek, ilahi cazibe.

Hz. İsa demiş ki gökyüzü kapısını çal, açacaklardır. Çal ama. Bizim Peygamberimiz de şöyle demiş: “Açlık kapısını çal.” Ama başka bir şey dememiş. Açlık kapısını çal, ihtiyaç kapısını çal demek kanaatimce. Muhtaçlık kapısını yani. Allah’a olan ihtiyacımız… Hz. Mevlana’nın dediği gibi: Su arama, âşıklar su aramaz, susuzluk arar. Çünkü su, susuzları arar. Hz. Mevlana bize çok şey veriyor, ne arıyorsan bu yolda açıklıyor. Duygularımıza tercüman oluyor. Diyebilirim ki ikinci kitabım olan Hz. İnsan’ı Mevlana yazdı. Ve şimdi yeni çıkacak olan kitabımı da…

Son olarak ne söylemek istersiniz?

Ben İsviçre’den kurtuldum, burada maddi ve manevi cenneti buldum. Bilsinler bunu… Ve bu ülkenin gençleri, bu maddi ve manevi bolluğun değerini bilsinler…


Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.