Google çıktı mertlik bozuldu diyenlere elbette ben de katılıyorum. Eskiden kütüphaneleri tarayarak yazı yazan insanlar Google sayesinde kütüphanelere kaldırıldılar. Bilirsiniz kütüphanelere çok fazla kimse uğramaz. Belki sessizlik isteyen birkaç yaşlı, sınava çalışan üç beş liseli… Kaldırılmak için manidar bir yer. Kütüphaneye en son bir araştırma için uğramıştım. Aradığım madde “s” harfindeydi ve ansiklopedinin o cildi yerinde yoktu.

Ben de öylesine kitapları seyretmeye başladım. Vitrin kültürü ile büyümüş biri olduğumdan raflardan iki adım geriye çekilip kitapları süzmem doğaldı. Hım bu yeşil kaplı risalenin yanına bu kırmızı ciltli aşk kitabı uymamış. Belki kütüphane görevlisi farklı bir konsept oluşturmak istemiş de olabilir. Ama yine de tarz oluşturmak adına kitapları ‘kokteyl ürün’e çevirmenin anlamı yok. Kokteyl ürünleri duymadınız mı… O da yeni bir konsept. İnek, koyun, tavuk ne varsa harmanlayıp bir sosisin içine basıyorlar ve adına “kokteyl” diyorlar. Siz de sanıyorsunuz ki işletmenin sahibi koluna hasır sepetini taktı “Allahu ekber” deyip bir danayı hakladıktan sonra itina ile derisini yüzüp budundan iri kıyım bir et parçasını sepetine ekledi, sonrasında uysal bir koyunun yumuşak gerdanından bir tutam ayırdı ve tüyleri kızıl bir tavuğun döş eti ile spesiyal içeriği tamamladı.

Oysa yok öyle bir şey. Nişastanın içine sakatatı basıp adına kokteyl diyorlar çiftlik sosuyla tüketiciye yamıyorlar. Tüketicinin bu ürünü niye aldığını izah edebilirim. Sebebi basit. İçinde domuz eti, uyuşturucu ve içki olmadığı için. Tüketmek ‘yüzde’ ile izah edilebilir günümüzde. Yüzde altmışı caiz bir ürün alınınca geri kalan yüzde kırk tolere edilebilir. Fıkıhta da artık bu böyle… Değil diyemezsiniz. Bir konu hakkında on adamdan altısı cevazla karışık fetva vermek suretiyle aklınıza takılan cümle soru işaretlerini diğer dört adamın kalesine gömebilirler. Deplasman artık ahiret günü kadar uzaktır. Ama yine de şaibeli olana yaklaşmayan taraflar da yok değil. Taraf kelimesine dikkat!

Bak ben bu taraf kelimesinin ne kadar sakat olduğunu 14 yaşında bir çocuk içeri atılınca anlamıştım. Çocuğun evinde taraf diye bir dergi bulunmuş ve çocuk irticadan hoop hapse… Meğer çocuk dergiyi futbol dergisi sanıp almış. Ya da dikkatini çekmiş yürütmüş. Ya da dikkatini çekince bi inceleyeyim diye eve götürmüş. Sorun derginin ‘doğrusal hareket’ yapmış olması değil. Sorun derginin sesteş anlamlı olması ve ‘irticai’ kabul edilmesi… Çocuk KPSS sınavında hareket problemlerini ve eş sesli kelime sorularını asla kaçırmayacaktır artık. Tabi sicili ile sınava alırlarsa… Sicil, insanı zora sokar her zaman. Asabı bozuk olan insanın sicili de bozulmaya meyyaldir.

Siz hiç teheccüd namazı kıldıktan sonra eşini doğrayan adam diye bir haber okudunuz mu? Ölüm tefekkürü yaptıktan sonra karıncaları ameliyat eden hacı amca gördünüz mü? Ben görmedim. Bu göremeyiş sağ gözünde ileri derecede bozukluk olan biri için normal olabilir. İleri bozukluk dedim evet. Çünkü hastalığın adını bilmiyorum sadece gözümün bozuk olduğunu biliyorum. Belki doktora gidersem bozukluğun adını ve saatte yaptığı hız miktarını söyleyebilir. Bozulma hızı yani. Gözümün bozulma hızının bilginin yayılma hızından daha düşük olduğunu düşünürsek gözüm bu yıl da kör olmayacak demektir. Bu anlaşılabilir. Ama anlaşılmaz olan milliyetçilik yaparak aldığımız yolun, körelme süremize oranı. Bak burada kaldım işte. Çünkü hız yapan kişi ne kadar mesafe alırsa alsın yolun kenarında olan bitenleri algılayamıyormuş. Buna hız körlüğü diyorlar. Bu yüzden Kürt’ü, Laz’ı, Dersimliyi, Ermeni’yi otuz iki etnik kökeni görememe sebebimiz bu.

Bizim bir müzik öğretmenimiz vardı o da hız körüydü. Ciddiyim. Son bir ki üç dediğinde İstiklal Marşına başlar ama bir türlü ona yetişmemize izin vermezdi. Biz “larda” derken bu hanımefendi “obe” kısmına geliverirdi. “Nimmilletimiiin” kısmında buluşsak da kendisini bir daha yakalayamazdık. İstiklal Marşı’nın Kültür Bakanlığı tarafından okullara dağıtılan prestij CD’si de aynı hızda. Hayır nereye yetişiyoruz. Hızlı hızlı okuyunca beynimiz de hızlı hızlı mı çalışıyor. Misal Hadise bile daha yavaş okumuş marşımızı. Nerden mi biliyorum. Geçen gün ilmi bir araştırma yaparken kendimi “Hadise milli marşımızı okudu” videosunu izlerken buldum… Bunu hep yapıyoruz. Bir afişe takılıp saçma bir filme girebiliyor, bir melodinin peşine takılıp abuk sabuk sitelerde play tuşlarına yapışıp kalıyoruz. Helva almaya girdiğimiz marketten Selocan bebeği alıp çıkabiliyoruz. Hah işte lafı tam da buraya getirmek istiyordum.

Popüler kültür seni neye bağlar nereye yönlendirirse oraya kayıyorsun, sanal alem sana masum olmayan kelimeler topluyor. Bakın bu yazıyı bile asıl mecrasına çekene kadar canım çıkıyor. Neden? Sebebi basit. Çünkü dağınığım. Her bir duyu organım başka bir yere eklenmiş. Düşüncelerim farklı alanlara yönlendirilmiş. Bak buraya da yazıyorum: “Bu devirde ne aradığın nereye gideceğini etkilemez”. Ciddiyim etkilemez. “Bulanlar arayanlardır” lafı bu devrin lafı değil. Bu devrin lafı “yönlendirme”. Alakasız yönlendirmelerle kendini alakasız işlerin ortasında bulabilirsin. Böyle.

Ruhumuzu o duvardan bu duvara çalan bir zaman dilimindeyiz. Ruhumuz yönlendirilmiş, güvende değil. Biri güvenli internet mi dedi. O da komik. Güvenli yerler bile güvenli değil. Anlatmak istediklerimiz, izlemek istediklerimiz ve okuduklarımız aslında irademiz dışında şekillenirken nasıl güvende olabiliriz. Dünyanın en masum adamı olarak oturduğumuz bilgisayarın başından gayrı ihtiyari suça bulaşmış biri olarak kalkıyoruz. Ya da sokakta yürürken asla görmek istemediğimiz bir fiile bulaşıyoruz. Bilerek değil. İstanbul otobüsüne binip Bağdat’ta inmek gibi bir şey bu. Kur’an’ı Kerim’de “yapma” denmiyor “yaklaşma” deniliyor elbette biliyorum bunu. Ama ya bize yaklaşanlar, yaklaştırılanlar? Arada mesafe kalmadı. Bu yüzden nitelikli Müslüman “yaklaşma” emrinin karesini alıp dua ile çarpmaya mecburdur. Yönlendirmeden kurtulmanın tek yoludur bu.. Yani iradeniz çevrim dışı olduysa duanız çevrim içi olmak zorunda. “Hayır giren yerden hayır, şer giren yerden şer sökün eder” demiş büyüklerimiz. Demek ki ilk adımı atmadan önce, yönlendirme tuzaklarına düşmeden önce irademiz saf dışı kalmadan önce dua ile yönümüzü hayra çevirmesini O’ndan talep etmeliyiz. Yenilmeden önce yenilmeyi , kaybetmeden önce kaybetmeyi O’na şikayet etmeliyiz. Bu paradokstan o dilerse çıkarız dilemezse çabamızı sevap haznemize kaydettirir rahatlarız. Labirentten çıkış olmasa da uçuş vardır belki de. Bunca hengamenin içinde dua gizli bir tüneldir belki de. Kaos tevekkül uçurumundan itilmek içindir belki de. Ya da paradokstan çıkmaya çalışmak bu devrin başat ibadetidir. Ne bileyim ben? Sadece tek umudumu ve bulduğum tek çözüm yolunu yazıyorum: DUA

Yoksa cüz’i irade tek başına etrafımıza örülen bu kabuğu kırmaya yetecek bir şey değil! En azından benim iradem. Anlatabiliyor muyum? Anlatamamam bile normal aslında.


Ayşegül Genç'ın Yazısı.