Allah’a hamd ediyorum; beni onunla karşılaştırdı ve böyle bir şeyi lütfetti bana. Onunla tanışmasaydım, ben Arap karakterini belki eski metinlerden okumaya devam edecektim.

Ürdün’e geldiğim ilk günlerde bir Arap ülkesine geldiğimi çok fazla hissettiğimi söyleyemem. Tanıştığım insanlarda ne Arap insanının genel karakteri olan bir sıcaklık gördüm, ne de o Arap şiirinin başat unsuru olan cömertliği… Modern dünyanın soğukluğu ve bireyselliği bu insanları da baştanbaşa kuşatmış gibiydi. Zaten konuşulan dil benim öğrendiğim Arapça değildi. Aksanı, vurguları, kelimeleri değişikti. İnsanları da yabancı geldi bana. Kurban bayramını Ürdün’de geçirdim, amacım buranın bayramını görmekti. Heyhat, ne bayram gördüm, ne evini ziyaret edebilecek biriyle samimi olabildim. Bana Fuzuli’nin: “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne çalar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” mısralarını söylemek düştü. Konuşmak istediğim insanlar benden kaçar gibiydiler. Bunaldım.

Neyse ki Mus’ab yetişti imdadıma. Filistinli delikanlı. Kelimenin tam anlamıyla bir Arap genci… Aslında tüm suç benim. Onunla Amman Havaalanına indiğimizde tanıştım. İyi ki de tanıştım. Gideceğim adrese ulaşmamda yardımcı oldu bana. Birkaç gün sonra, bir yolunu bulup bana ulaştı. Tekrar görüştük, beraber ev tutma teklifinde bulundu. Ben bu teklife sıcak bakmayıp kendime yer bulunca, o da gidip başka bir mıntıkadan ev tuttu. Bunda Araplarla kalma konusunda aldığım olumsuz telkinlerin etkisi oldu herhalde. Ancak geçirdiğim bunalımlı günlerden ve Mus’ab’ın bende bıraktığı olumlu etkiden sonra, beraber kalma konusunu tekrar düşünmesini söyledim. Hiç tereddüt etmeden kabul etti.

Anladım ki o da benim gibi bunalmış. Hâlbuki akrabaları vardı burada. Konuştukları lehçe aynıydı. O da aynı şeyden şikâyet etti bana. İnsanların yüzünde soğukluk var; tebessüm etmeyi bilmiyorlar; bunlar yaşamayı bilmiyorlar. Vallahi Filistin’de insanlar sıkıntı içindeler, ama yüzleri hep mütebessim, dedi. Sanki hislerime tercüman oldu.

Ben bir Arap karakterini, Mus’ab’da gördüm. Evet, baktığınız zaman yüzünde bir heybet var. Yoğun siyah sakalları, hafif esmerce yüzü, çatık kaşları… Ancak o heybetin arkasında bir sıcaklık, konuştuğu zaman bir nezaket, insanlara karşı bir sevgi ve derin bir merhamet duygusu var. Beni bekleyen ilk sürpriz, adımın “Ebu Muhammed” olması oldu. Malum, Araplar, insanlara çocuklarına nispetle lakap verirler. Bu ismimi çok sevdiğimi ve çabucak alıştığımı söylemeliyim. Evet, Arap karakterinin ilk tezahürü bu; karşısındakine künyesiyle hitap etmek... Zira bu en büyük ihtiram… Ben sonraki günler, bana kimsenin Ebu Muhammed demediğini, bizim kültürümüzde bunun olmadığını söyledim. “Evdekiler, annen-baban sana nasıl hitap ediyorlar?” diye sordu. Ben de “Mesut” diye dediğimde, çok ama çok şaşırdı.

Eve yerleştikten sonra, Mus’ab’ın cömertliğini de fazlasıyla gördüm. O kadar cömertti ki, ilk günlerde onun durumunun çok iyi olduğunu zannettim. Zaten cömertlik böyle bir şeydir, insan kendine karşı cimridir, tutumludur; ancak başkalarına gelince elini açabildiği kadar açar. Daha önce bu davranışı Diyarbakırlılarda görmüş ve buna çok şaşırmıştım. Bu bakımdan Arap kültürüyle, bizim doğu insanın kültüründe bir yakınlık gördüğümü söyleyebilirim. Saf ve temiz bir mizaç. Kolayca inanan, dinî ve gaybî konulara fazlasıyla ilgili, hepsinden de önemlisi hesapçı davranmayan…

Temizlik konusuna gelince, Araplarla ilgili malum söylentileri siz de duyuyorsunuzdur. Ben ise bu gençte, pırıl pırıl bir temizlik anlayışı gördüm. Tertipli, düzenli. Titiz. Şaşırttı beni. Temizlik kültürünüz ne kadar da bize benziyor. Düzenli bir aileden geldiğin belli oluyor, dedim ona. İltifatı da kabul etmiyor. Yüzü kızarıp: “Ebu Muhammed beni utandırma!” diyor. Ben de ondan iltifatı hiç eksik etmiyorum.

Mus’ab’ın 25 günlük bir Türkiye macerası da var. Kıbrıs’ta burslu mastırı kazanıyor. Ancak, Kıbrıs’taki günlerim hayatımın en zor günleriydi, diyor. Ortam hiç benim kaldırabileceğim gibi değildi. Camiler boş, imamlar ruhsuzdu, diyor. Ürdün’e gelmek için üç gün İstanbul’da kalıyor. Ancak İstanbul başkaydı, demeyi ihmal etmiyor. Orada da dilden kaynaklanan zorluklar yaşadığını ama yine de kendini gurbette hissetmediğini söylüyor. Çünkü günde beş kez ezanı duyduğunu: “Elâ bizikrillâhi tetmainnü’l-kulûb” ayetini hatırladığını söylüyor. İşte Mus’ab’la, Kıbrıs’ı bırakıp Ürdün’e mastırını tamamlamak üzere dönerken karşılaştık.

Eve yerleştiğimiz günün ertesi, babasıyla telefonda konuştuk: “Kardeşim, en güçlü bağ din bağıdır. Bu akrabalıktan bile daha yakındır…” dedi bana. Beraber kalacağımızdan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Ben de çok güzel bir evlat yetiştirdiği için tebrik ettim onu. Aslında babası, Mus’ab’ın Türkiye’de okumasını, onun Türkçe öğrenmesini çok istiyor. Ancak görünen o ki, yaşadığı tecrübeden sonra Mus’ab bu konuda çok istekli değil.

Mus’ab Filistin’e ve Kudüs’e çok derin bir sevgi besliyor. Evet, hepimiz memleketimizi sever, özleriz. Ancak onunki biraz farklı geldi bana. Kudüs garip, diyor sürekli. Mescid-i Aksa mahzun... Sık sık: “Ebu Muhammed Kudüs’ü ne kadar özledim bilemezsin!” diyor. Kudüs sevgisini ve özlemini, yaptığı kamera çekimlerini bana gösterirken yaşadığı heyecandan anlayabiliyorum. Mus’ab, Nablus’lu. Orada oturuyor. Kudüs’e gidebilmek için bazı zorlukları göze alması gerekiyor.

Mus’ab’ın Kudüs’te namaz kılmaktan duyduğu hazzı anlatışını dinlemeliydiniz. Benim kelimelerim aciz, o hâli tasvir etmekten: “Vallahi Mescid-i Aksa’da namaz kılmanın lezzetini bir tatsan. O lezzeti başka hiçbir yerde bulamazsın. –Mescid-i Haram dışında demeyi de ihmal etmeden- Sanki Mescid-i Aksa’yı kucaklıyorsun. Onunla hasret gideriyorsun. Mescid-i Aksa garip çünkü, Mescid-i Aksa mahzun. Bir tarafta, elinde silah tepende bekleyen İsrail askerleri… Orada namaz kılınmasından hiç hoşlanmıyorlar. Sen bir taraftan onların hoşlanmadığı bir şeyi yapıyorsun, bu da sana bir haz veriyor.”

Bir başka kez, bizim orada olmamız zorunlu. Çünkü bizim varlığımız onlara dokunuyor, demişti. Ev sahibimiz de Filistinli. 1948’de İsrail devleti kurulunca, Ürdün’e göç edenlerden. Adamın yüzüne, siz korkup Filistin’den kaçtınız, diyor. Zavallı adam ne desin! Sırf bu adamların korkaklığı ve Filistin’i terk etmeleri yüzünden Filistin bugün bu halde, diyor.

Mus’ab maşallah fevkalade fasih Arapça konuşuyor. Burada fakültedeki hocalar bile, derslerde ilk beş dakika fasih konuşup sonra bırakıyorlar. O ise, hiç sürçmeden benimle fasih konuşuyor. Ammice kelimelerle ilgili sorularımla ilgilenmeyip bununla vakit kaybetme, diyor. Ona insanların fasih konuşamadıklarını söylediğimde, onlar Kur’an okumuyorlar ki, diyor. Fasih Arapçayı konuşmak sünnettir, vurgusunu sık sık tekrarlıyor. Mus’ab, hem elektronik mühendisliğini okumuş hem de hafızlık yapmış. Kur’an’a olan vukufiyeti beni hayrete düşürdü. Sözgelimi ona bir Kur’an kelimesini sorduğumda, hiç tereddüt etmeden cevap verebiliyor.

Allah’a hamd ediyorum; beni onunla karşılaştırdı ve böyle bir şeyi lütfetti bana. Onunla tanışmasaydım, ben Arap karakterini belki eski metinlerden okumaya devam edecektim. “Hezâ min fadli Rabbî”. İnşallah Rabbimin bu lütfuna layık olurum.


Mesut Kaya'ın Yazısı.