abahın erken saatlerinde binlerce insan, sanki bir çağrı duymuş gibi yataklarından aceleyle kalkıp bir yerlere telaşla yetişmeye çalışıyorlar... Metrolar tıklım tıklım, herkes saat 9:00’a anlaşmış gibi menzillerine birbirlerini ezercesine koşuyorlar... Ağaçlar baka kalmış insanların telaşına, hayvanlar ‘Aman ben hiç araya girmeyim’ dercesine şehirlerden kendini uzaklaştırmış, medeniyetin medeni! haline acınası bakıyorlar...

Ne kuşlar onlarca katlı binaların yanından sürülerce uçabiliyor, ne de karıncalar metrolarla delik deşik olan yer altında metrelerce uzunluktaki tünellerini kazabiliyorlar... Dünyanın halifesi insan, halifeliğin kaldırılmasını karıştırmış gibi hiç durmamacasına bir şeylerle oyalanıyor!

Bu arada bir karınca şaşkın şaşkın onların çalışmasını izliyor, ağustos böceğine insanları örnek gösteriyordu. ‘Bak da çalış’ diye...

Sahi karıncalar konuşur mu, kuşlar birbirleri arasında insanları çekiştirir mi? diye sormayın hemen. Varlık dergahına giren her mürşit, taş da olsa duyar, su da olsa konuşur, ağaç da olsa emirler karşısında boynu büküktür.

Karıncaların sohbetinden yüzyıllar önce göklü sözlerde şöyle bahsedilir: “Nihayet karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Sü leyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler” dedi.” (Neml, 18)

Ne kadar da taptaze bir ayet, insanların karınca vadisi bırakmadığı şu zamanda...

Oxford Üniversitesinden Jeremy Thomas ve ekibi, karıncaların işte bu fısıltılı sohbetlerine iştirak etmeyi başarmışlar. ScienceNews’de yayımlanan makalede (Butterfl y mimics ‘talk’ like ants- Tırtıl, karıncaların konuşmasını taklit ediyor) bir tırtıl türünün katil karıncalardan kendisini koruyabilmek için kraliçe karıncanın sesini taklit ettiğini keşfetmişler. Böylece işçi karıncalar tırtılı kraliçe karınca sanıp yuvaya taşıyor ve kraliçe karınca gibi özenle besliyorlarmış.

Buradan hareketle kraliçe karıncanın sesini de kaydetmeyi başarmışlar. Ve kraliçe karıncanın sesini kayıttan her çaldıklarında aynen tırtılın taklit ettiği seste olduğu gibi işçi karıncaların çeneleri açık saatlerce hareketsiz kaldıklarını görmüşler.

Belki biz de bir gün duyacağımız bir sesle! ağzımız açık bir anda olduğumuz yerde kalacağız, o güne gelmeden karıncalardan ibret almak lazım...

Bak, Hüdhüd ne diyor!

Kulağa en güzel gelen sohbet belki kuşların sohbetidir. Yavrularını tanımak, kendi bölgesinin sınırlarını belli etmek, soyunun devamını sağlamak ve hatta insanların düşünmeden koşuşan halini çekiştirmek için kuşlar en güzel nağmelerle öter.

Hz. Süleyman’a kuşların dilinin ve mantığının öğretilmesinden bu yana, artık Hüdhüd kuşunun torunlarını dinlemez olduk. Yüzlerce kuş türünün kendine has şarkıları, bize göğü dolduran hoş bir seda gibi gelse de artık araba kornaları bu ötüşleri dahi bastırır oldu. Belki ondandır kuşların olmadığı dünyada kendi twitter’ımızı (cıvıltımızı) ürettik.

Kuşlar bizim gibi ses tellerine sahip olmasa da sahip oldukları yaratılış özellikleri sayesinde yüzlerce takipçisi arasından kendine has olanı seçebilir! Hatta bir kuş aynı anda farklı sesler çıkarabilir, ‘kendi kendine’ yakınabilir.

Yaratanı anmanın en güzel nağmeleri hayvanlar aleminde belki kuşlara verilmiştir (Sırlarını Çözemediğimiz Bestekârlar: Kuşlar, Sızıntı, 2004). Bizim gibi bölgeden bölgeye kendi içlerinde lehçeleri bile değişebilen kuşlar, Cemal isminin tecellilerinin notaya dökülmüş hâlini farklı farklı enstrümanlar kullanır gibi kolayca çalabilir. Adına şiirler yazılmış Bülbül ve Gülün aşkı, nağmeleri dinlenen en meşhur kuş ile her rengi farklı bir kelime olan bir çiçekten hâsıl olmaktadır. Küçük cüssesinin içinde derdi patlamış bir yakarışla öten bülbül, kuşların Pavarotti’sidir aslında.

Sssh! Artık kırmızı perdeler açılıyor her iki yana... Yaratanla canlanan bir alemin konseri var şimdi. Gel onu dinleyelim, onu düşünelim, ona şiirler yazalım Hz. Mevlana gibi:

“Birisi minareyi görür, minaredeki kuş u gö remez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz.

İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez.

Allah nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü.”


Cihan Taştan'ın Yazısı.