Sizin Bir `Tatami`niz Var mı?
Evin beyi dışarıda kavga etmiş, sinirlenmiş mi? Eve gelince ilk girdiği yer tatami odası. Oturuyor hasırın üzerine, çiçeği tefekkür ediyor. Zihnindeki negatif düşünceleri boşaltıyor.
Benim yok. Hiç olmadı. Tatami işlevini gören eşyalarımız olmuş mudur? Belki seccadelerimizi sayabiliriz bu anlamda. Tesbihlerimiz de çiçekler.
Nedir tatami? Vakit geçirmeden açıklayalım.
Efendim benim ve birçok arkadaşımın da sevdiği, takdir ettiği, insani yanlarını beğendiğimiz Japon halkının kültürlerinde olan bir oda. Evin bir odası. Küçük. Ortada bir hasır serili, adına tatami deniliyor. Tataminin üzerinde küçük bir sehpa. Sehpanın üzerinde bir vazo, vazoda bir çiçek.
Evin bu en küçük ve tatami serilmiş odası ne işe yarıyor dersiniz? Tabiri caizse zihni yıkamaya.
Merhum Musa (Topbaş) efendinin yaşadığı köşkü yıkılmadan önce görme imkanımız olmuştu. Orada da küçük bir oda gösterdiler. Belki rivayet belki gerçek. Mübarek o odaya kimseyi almaz, temizliği ile de kendi meşgul olur, o odada tek başına bir müddet vakit geçirirmiş. Zaten oda da epey küçük, bir kendisi bir sükunet anca sığar. Tatamiyi anınca o oda da hatırıma geldi.
Çağ hız ve haz çağı. Yavaş gideni, kanaatkar olanı dışarı atan bir girdap içindeyiz. Mustafa Kutlu “beni paketleyip müzeye koyabilirsiniz” (14 Aralık 2011 tarihli Yeni Şafak köşe yazısı) dedi. Çünkü o da eski dünyanın adamı. Buhar makinesinin icadından önceyi eski dünya olarak tanımlıyor. Eski dünyanın adamı kanaatkar, sakin… Biz hep öyle olmayı tembellik, eski kafalılık olarak algıladık. Devir bizi buna itti. Ama bu devran toz duman… Yeni hastalıklar, psikolojik rahatsızlıklar, bitmeyen ilaçlar, malumatfuruşluk, sözün yittiği, anlayışın alıp başını gittiği bir devran. Yani en çok şimdi ihtiyacımız var durmaya!
Tatami işte durup düşünmek, düşünürken çiçeğe bakıp onunla hemhal olmak için üzerine oturulan hasır. Evin beyi dışarıda kavga etmiş, sinirlenmiş mi? Eve gelince ilk girdiği yer tatami odası. Oturuyor hasırın üzerine, çiçeği tefekkür ediyor. Zihnindeki negatif düşünceleri boşaltıyor. Sükuna eriyor, rahatlıyor. Ondan sonra evin hanımı ile, çocukları ile selamlaşıyor.
Biz bu sinirin, öfkenin, kötü düşüncenin “nazar” olarak gözden dışarı çıktığını çok iyi biliriz. İşte o nazar muhatabına menfi tesir etmesin diye bu uğraş. Ayrıca ne demişler, keskin sirke küpüne zarar. O öfke içimizde kaldıkça bize de zarar veriyor. İnsanın vücut kimyasını bozduğu artık aşikar. Sadece sinir değil, bir yere yetişme telaşı, dağınıklık, aradığını bulamamak da vücudumuzu, beynimizi yoran şeyler. İşte bunun için ve hız ve haz devri bize yaramıyor, en basit ifadesi ile.
Tatami odalarımız, sükunet köşelerimiz olmalı. Sadece duracağımız. Menfi ile müsbeti yer değiştireceğimiz. İrfan ehli zaten diyorlar ki, manayı sindirebilmek için sükunet şarttır! Yaşadığınız bir şeyler, okuduklarınız, gördükleriniz var ama arkasındaki manayı anlayamıyorsunuz. İsabetli kararlar alamıyorsunuz. Çünkü durmuyorsunuz! Understanding! Önce dur sonra anla diyor dil kalıpları bile.
Yine bir doktor diyor. Günde en az bir saat sakince düşünmeyen, durmayan insanın ruh sağlığı iyi olamaz! İmkanı yok, diyor. Elini vura vura bunu söylüyor.
Yemek yeme alışkanlıklarımız noktasında “taş devri”ne dönülüyor. Hayatın hızı noktasında da artık ruh halimizin selameti için eski dünyaya dönmek zorunda kalacak gibi görünüyoruz. İlaç firmalarının yeni haplarına, doktorlar yeni ilaç bula dursun, biz gençler olarak biraz duralım. Bakışımız sakinleşsin, derinleşsin. Dünya bir farklı görünecek gözümüze.
Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.