Bu Hastalıktan Kurtulalım!
Türkler olarak Arap dünyasına bakışımızdaki ‘faşist bilinçaltı’na dair şikâyetlerimi dile getirmek istiyorum!
Mescid-i Nebevî’de, Hz. Peygamber’in kabrine yakın bir yerdeyiz. Medine’de son gecemiz olduğundan, en güzel şekilde değerlendirmek derdindeyiz. Derken, bir adam omzuma elini koyuyor ve şunları söylüyor bir çırpıda:
“Bunlar var ya, bunlar İngiliz! İtikatları bozuk hepsinin! Bunların arkasında kıldığımız namazları iade ediyoruz!”
Yüzüne dikkatle baktım, şaka yapmıyordu, hayır! Türkiye’nin en meşhur cemaatlerinden birine mensuptu. ‘Biz’ deyişine bakışla, herhalde bu bir tür ‘cemaat kararı’ idi. Ve herhalde ellerinde de ‘itikatmetre’ vardı!
Hicaz’daki son akşamımızda yaşadığım bu hadise, on günlük umre boyunca şahit olduğum / işittiğim diğer ‘Türk kaynaklı’ hadiselerin tuzu-biberi oldu adeta. Üzerine tüy dikti, tabir-i caizse.
Diğerlerine de göz atmamak olmaz...
Tablo bir:
“Arapların Kâbe’ye saygısızlık etmek için Harem’in dibine kadar soktukları” Hilton’un girişindeyiz. Boynunda Türk bayrağı bulunan (aman karışmayın ümmet denizine!) bir hanım kızımız, bacak bacak üstüne atmış. Yanındaki centilmen bir bey de kızımızın sigarasını yakıyor. Arapların ettiğini varsaydığımız saygısızlıklarla bunu teraziye vurdum, tartmadı!
Tablo iki:
Cemerât’tayız. Gençten bir arkadaş, ‘vallahi de billahi de’ diyerek, Mescid-i Nebevî’nin yanındaki bir süpermarkette Efes Pilsen bira gördüğünü söylüyor. “Abi etme eyleme, yanılıyorsundur” diyorum. Yok! Yanılmıyor, kendinden öyle emin! Kafama koyuyorum, Medine’ye ulaşır ulaşmaz, söylediği marketin söylediği reyonunu buluyorum. Gördüğü neymiş dersiniz: Malt içeceği! Herhalde o kardeşim, kendi cehaletinin bile farkında olmadan, “Araplar, Medine’de bira sattırıyor! Ah ecdâdımız ah!” yaygarasını yapmaya devam ediyordur şimdi!
Tablo üç:
Makam-ı İbrâhim’in arkasındayım. Namaz kıldım iki rekat, sonra oturdum, çevreyi, tavafı, Kâbe’yi izliyorum. Bizim birkaç Türk genci geldiler ve halıların üzerinde “Hooop” diyerek birbirlerinin üstüne atlamaya başladılar! Sanki Harem-i Şerif değil de, lise jimnastik salonu! Ardından biri bağırdı daha uzaktaki diğer gruba: “Var mısınız olum lan bir umreye? Yiyo mu lan, yiyo mu?”
Tablo dört:
İki umreci Türk, kendi aralarında gayet felsefi ve derin bir Arap kritiğine girişmişler. Biri diğerine “Her millet neye lâyıksa o şekilde yönetilir” dedikten sonra, eğiliyor, zemzem suyundan bir bardak alıp içiyor. Araplar hakkında nihai hükmü vermiş olmanın rahatlığıyla dönüp gidiyorlar.
Tablo beş:
Gidenler bilir, Haremeyn’de namazlar tadil-i erkân ile ve uzun uzun kılınır. Rükû ve secde fâsılaları da, alışkın olmayanları şaşırtacak kadar uzundur. İşte, bu hadiseye bir Türk tepkisi: “Herif hiç secdeden kalkmayacak sandım! Bunun bi standardı yok mu kardeşim?”
* * *
Konuya böyle ortasından bir giriş yaptıktan sonra, Türkler olarak Arap dünyasına bakışımızdaki ‘faşist bilinçaltı’na dair şikâyetlerime getirmek istiyorum sözü. Maalesef, en sözümona bilinçlilerimiz bile, bir sömürge valisi edasıyla ziyaret ediyor Arap topraklarını. Sonra da dönüp, “İngilizlerin oyununa gelen Araplar...” diye başlayan cümleler kuruyor. Oysa, asıl İngiliz oyununa gelmek, Arapları bir türlü adamdan saymamak, onların yaptıkları herşeyi küçümsemek değil mi?
Sözünü ettiğim hastalıklı tavrın, “Allah bizimkini kabul ediyordur, adamlar pislik içinde” vecizesinde ifadesini bulan, alışık olmadığımız coğrafî / fizikî / insanî / geleneksel şartlara karşı gösterilen tepki şeklinde bir sebebi var. Ama bir de, meselenin çok daha derin, psikolojik, tarihsel nedeni var. Ki, bu yüzden, eğitim ve bilinç ne kadar artarsa artsın, hastalık yok olmuyor.
O neden, Osmanlı’nın bölgeyi 400 yıl yönetmiş olması. Bu yüzden, kendimizi hâlâ, ‘Arapları yöneten Türkler’ saplantısından kurtaramıyoruz.
Allah razı olsun, ecdâdımız oralara hizmet ettiler. Ama geçti o devirler artık. Biz bir türlü bunu görmüyor, Ortadoğu’ya Yavuz Sultan Selim’in ordusunda sefere çıkmış bir yeniçeri gibi bakmaya devam ediyoruz.
Araplara karşı, boşandığı eski karısının yeni bir hayata başlamasını hazmedemeyen maço kocalar gibi davranıyoruz ısrarla.
“Bu baldırı çıplak bedeviler bizsiz hiçbir halt edemez, zaten Osmanlı’dan sonra gün yüzü görmediler” küstahlıklarından arınamıyoruz.
Ve en önemlisi, Allah’ın, Harem’ini onlara emanet etmiş olduğu gerçeğini şuuraltımızla kıskanmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz.
* * *
Bence şu noktadan başlayarak bir ıslah-ı dimağ şart:
Bu işler sırayladır. Kâbe, Allah’ın yeryüzündeki işareti, Mekke, Harem’dir. Allah, oranın emanetini dönem dönem çeşitli milletlere nasip eder. Memluklarla Çerkezler, Osmanlılarla Türkler bu şerefi taşıdılar. Şimdi sıra Araplara geçti. Günü gelip vakti-saati dolunca, Rabbimiz emaneti Suûdi kardeşlerimizden alıp lâyık olanlara tevdi edecektir. Sabırsızlık edip edep sınırlarını zorlamak, bir zamanlar sıra bizdeydi diye kader çizgilerini düzlemeye çalışmak, devir-teslimin vaktini kendi başına tayine kalkışmak, aklı başında hiçbir müslümana yaraşmaz.
Taha Kılınç'ın Yazısı.