Tüm bunları yazmak hasar tespit çalışmasında bulunmaktan farklı değil. Bu gidişatı durduramayacağıma göre kendime bir format çekmem lazım. Gidip bir fakir doyurayım. Olmadı bir kediye ciğer alırım. Yok,  en iyisi ben bu gece uyanıp iyi bi ağlayayım…

Bazen son kuruşunuzu cebinden milyarlar çıkabilecek örgütlü bir dilenciye sırf “Allah” dedi diye verirsiniz. (Umarım Allah’a tek hürmetiniz bu değildir)

Bazen gece yarısı karın ağrısı ile uyanıp ne yaptığınızın bilincinde olmadan perdeyi aralayıp yıldızları görürsünüz ve daha önceki gecelerde de orda olduklarını bilir ürperirsiniz. (Umarım sadece böyle zamanlarda akletmiyorsunuzdur.)

Bazen de bir mantı sıkma makinesi tabiattan daha eğlenceli ve sürprizlerle dolu gelebilir. (Umarım tek hayret ettiğiniz şey basit bir dişli silsilesi değildir.)

******

Arkadaşlarımız vardı bir zamanlar değil mi? Kulaklarının dibinde kesekâğıdı patlattığımız. Horozlu saatleri vardı komşularımızın. Akide şekeri kavanozları ile Çarli’nin çikolata fabrikasından daha afili duran mahalle bakkalımız vardı.

Misal hepimiz cebimize doldurduğumuz kuru kaysıları çiğnemedik mi sakız niyetine? Nenelerimizin kemik taraklarını yürütüp de oyuncak bebeklerimizin saçlarını taramadık mı? Tombak ibriklerde ısıtılan suyla elleri yıkanan çocuklar en şanslılarımız değiller miydi? Hepimizin evinde “yalan söylemiyorsan el bas” sözüyle işaret edilen duvara asılı Kuran-ı Kerimler yok muydu? Kafamıza bakır maşrapalar indirerek yıkamadı mı annelerimiz bizi? Vita kutularına ekilmiş sardunyaları koşarken devirmedik mi çoğu zaman?

Ya muhtara gidip “fakir kâğıdı çıkaran” ya da “fakir kâğıdı çıkarana eşlik eden” olmadık mı? Bir sabah kan ter içinde uyanınca sandıktan çıkan korku taslarından sular içmedik mi: Şıkır şıkır…

Tüm evler birbirine benzemez miydi? Tüm anneanneler birbirine? Ve tüm dedeler cep saatlerine bakıp ezana beş kala cami yolunu tutmazlar mıydı? Bezir yağı ile yağlanmış kapılara gül suyu kokusu sinmez miydi ara sıra?

Hepimizin evinde “yalan söylemiyorsan el bas” sözüyle işaret edilen duvara asılı Kuran-ı Kerimler yok muydu?

Sülünler, Güvercinler, bülbüller olmaz mıydı “taa…” denilecek mesafelerde… Ceviz ve tarçın olmaz mıydı köşede bir yerlerde?

Tüm bunları nerede bıraktık sahiden? Kaça sattık, kaçını bir kuyuya itekleyip sırtımızı dönüverdik?

Nereden çıktı bu idealler, gereksinimler, dolara endeksli mutluluklar? “İyi bir iş”, “iyi bir okul”,  “kariyer, “statü” ne zamandan beri delicesine koştuğumuz hedefler haline geldi? Çalışırken keyif almayacağımızı bile bile neden ille de o işte çalışmayı, o bölümde yükselmeyi istiyoruz? Taksitler gırtlağa dayanmışken neden biz hala altı taksite harman yerinde –affedersiniz- bir çift öküz gibi dönmeye talip oluyoruz?

Neden bir şarkıya başlayamaz, bir şiire yeltenemez olduk? Neden konuya girmeden önce besmele çekmek yerine uzun bir diskur çekiyoruz?

“Bu televizyon”, “bu öğretmenler”, “bu emperyalistler” bizden daha az suçlu değiller. Onlar “karşımızdakiler ve biz diyalektiği” diye homurdandı diye biz niye “oo ne ala şarkı” deyip yuttuk söylenenleri?

Çocukluğumuz bir pazar tentesi gibi üzerimize açılmışken biz çocukça olan her şeyimizi bir uzaktan kumanda aygıtı, bir bulaşık makinesi, bir joistik karşılığında neden sattık?

Yılgın ve bitkin bir ömür ile değiştik hayallerimizi. Çocuklarımız mutsuz, yaşlılarımız mutsuz. Oysa onları mutlu etmek adına tırmalamıyor muyuz plazalarda, kampüslerde, iş merkezlerinde?  Neden çabuk inanmak, uzak mesafelere yürümek, domatesi dişlemek “çocukça davranışlar” olarak nitelendiriliyor?

Tüm bunlar kalbimi kırıyor benim.

Kafamıza bakır maşrapalar indirerek yıkamadı mı annelerimiz bizi?

Vita kutularına ekilmiş sardunyaları koşarken devirmedik mi çoğu zaman?

Büyümek canımı yakıyor.  Bir akıntıda sürüklenirken kendine rol biçmeye çalışan bir soba kütüğü olmak içimi çürütüyor. Neyi değiştirmek için uyandım bu sabah? Bak şu kargaların bile bu gün uyanmak için sebepleri var. Atalarının Kabile’e nasıl mezar kazılacağını göstermiş olması yeni nesil kargaların her yeni güne mezar eşerek başlayacağı anlamına gelmez. Bu gün de uyandılar ve rızıklarıyla bir yerlerde buluşup yuvalarına tok dönecekler.  Peki, biz neden her yeni güne mezarımızı kazmakla başlıyoruz.  Neden her ay “masamıza dolan kağıt parçaları”na gömülüyoruz:  Ev kirası, araba taksiti, kredi kartı borcu… 

Bizim mala düşkünlüğümüz yüzünden yazılmadı mı şu kapital… Biz dinli ama tinsiz olduğumuz için ortaya çıkmadı mı yenidünya düzeni peşinde olanlar?  Ancak Akif ‘in imanı mı üstesinden gelir medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın. Kafamıza darbe(!) üstüne darbe(!) yediğimiz için mi koro halinde afallıyoruz? Şu Armanlar Arsanlar Arslanlar biz izin verdiğimiz için bizimle dalga geçme cesaretini bulmuyorlar mı? Ve dalga geçtikleri sürece para kazanmıyorlar mı? Hidayet şu kadar kazanırken biz sürünüyoruz diyen hımbıl, miskin, tembel adamların beynine “kolay para kazanma çipini” kimse durup dururken yerleştirmedi. Evde bağdaş kurup sahanda iki yumurta yemek yerine alakart restoranlarda savoie usulü pandispanya üzerinde bilmem ne yemenin hayali sürükledi bizi buralara.

Çocukluğuma inmek istiyorum. Söyleyin insanın çocukluğuna inmesi için illa delirmesi ya da bir psikiyatr koltuğuna oturması mı gerekir? 


Ayşegül Genç'ın Yazısı.