Altınoluk Dergisi Röportajı
2001 - Temmuz, Sayı: 185

Bugün, adına kitaplar yazılan, İslâm dünyasının Erdoğan`dan sonra en çok tanıdığı Türk lideri, "dünya siyasetine yön verenler arasında" sayılan Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu`nun 2001 yılında Altınoluk Dergisine verdiği röportajı yıllar sonra ilginize sunuyoruz...

"Öksürüyoruz, hastayız ama, öksürmek aynı zamanda teslim olmamak demek..."

Altınoluk: Türkiye`nin krizler içinden geçtiği günlerde, sizin de Stratejik Derinlik isimli eseriniz yayınlandı. "Krizler" ifadesini seçerek kullandık. 28 şubat 1997`den bu yana yaşanan bir krizden söz etmek mümkün. Körfez krizi etkileri bugünlere uzanan artı bir kriz derinliği oluşturuyor. Güneydoğu`da 15 yıldır yaşanan "Düşük Yoğunluklu Çatışma" bir başka kriz derinliği... İsterseniz kitabınızı biraz bu krizin güncel boyutundan yola çıkarak konuşalım. "Uluslararası niteliği" de bulunan tüm bu krizler, sizin "Türkiye`nin uluslararası konumu" alt başlığını verdiğiniz "Stratejik Derinlik" kitabınızın ilgi alanına giriyor mu? Bu krizleri nasıl okumak gerekiyor stratejik derinlik çerçevesinde baktığımızda?

Ahmet Davutoğlu: Türkiye ölçeğindeki ülkeler sürekli ve uzun dönemli krizlerin yanı sıra bir de konjonktürel krizler yaşarlar. Aslında konjonktürel krizler bu uzun dönemli yaşanan krizlerin küçük, anlık resimleri gibi yansır.
 
Niye Türkiye ölçeğinde dedim? Çünkü 20. yüzyılda ortaya çıkmış herhangi bir ulus devlet yani tarihi derinliği, geçmişte bir çok etnik, siyasi, ekonomik, kültürel grupları bünyesinde barındıran bir mirasa sahip olmayan bir ülke ya da coğrafi derinliği olmayan bir ülke konjonktürel krizleri anlık tepkilerle yaşar. Ama Türkiye ölçeğindeki bir ülkenin öncelikle yapması gereken tahlil bu kalıcı uzun dönemde kriz unsurlarını tespit etmek ve bunun konjonktürel krizde yansımalarını ortaya koymaya çalışmaktır. Dolayısıyla son üç-dört sene içerisinde yaşanan bir krizden değil de Türkiye`nin aslında belki bir iki asıra kadar yayılabilecek uluslararası sistemle Osmanlı-Türk mirası arasındaki ciddi çelişkiden bahsetmek mümkün.
 
Çünkü Batı`da ulus-devlet sistemi, aslında bunun zıddı olan Osmanlı millet sistemi ile karşılıklı bir hesaplaşma içinde ortaya çıktı. Bu anlamda Osmanlı devletinin karşılaştığı her bunalımda yeni ve daha kalıcı etkiler bırakacak bunalım unsurları imparatorluk bünyesine daha sonra da siyasi kültürümüze, ekonomik yapımıza intikal etti.
 
Yalnız bunalımı her zaman olumsuz perspektiften ele almamak gerekiyor. Yaşanmakta olan bunalım aslında aynı zamanda hayat göstergesidir de. Şu anlamda, eğer uzun dönemli ciddi bir bunalımı kendi bünyesinde birebir hesaplaşma sürecinden geçerek yaşıyorsa bir toplum o bunalımdan çok ciddi hayat unsurları taşıyarak çıkabilir. Benim sık verdiğim misalle, öksürmek bir açıdan bakıldığında sıkıntıdır yani bir hastalık göstergesi gibi görülebilir, bir açıdan da hastalığa teslim olmadığını gösterir. Hayatiyet ihtiva ediyor demektir.
 
Bir anlamda bu kitapda ortaya koymaya çalıştığımız şey Türkiye`nin hayatiyet taşıyan bu unsurlarını stratejik derinlik çerçevesinde Türkiye`nin zaman ve mekanı ile ilgili tarihi ve coğrafi derinliğini de içinde barındıracak şekilde ortaya koyabilmek. Bu anlamda bu bunalım unsurlarıyla hesaplaşmak ve bunu aşabilecek ölçekte staratejik bir açılım sözkonusu olabilir mi, bunun alt yapısını tespit etmeye çalışmak diyebiliriz. Yoksa konjonktürel bunalımlara dayanarak işleri yürütmeye çalışmak çok kalıcı sonuçlar ortaya çıkarmayabilir. Yine konjonktürel sonuçlar ortaya çıkartır. Halbuki böyle bunalım dönemlerinde sûkunetle, tarihi ve coğrafi derinliği olan bir bakış açısı geliştirerek bunalımları aşacak teorik çerçeveler oluşturabiliriz.
 
Altınoluk: Kitabınız, Türkiye`nin jeopolitik, jeoekonomik, jeokültürel, jeostratejik varlığının önemli bir potansiyel oluşturduğunu vurguluyor. Oysa herkes krizi konuşuyor, dünyadan da Türkiye krizli bir ülke gibi görünüyor. "Hasta adam" yorumları gene revaçta. Siz bile "Osmanlı devletinin tasfiyesi daha tamamlanmadı mı?" sorusunu önemsiyorsunuz. Bu ortamda, sizin de sık sık "Un var, şeker var..." deyimini hatırlamak zorunda kaldığınız oluyor mu? Türkiye`nin neyi eksik mevcut potansiyelin üzerinde yükselmek için?
 
Ahmet Davutoğlu: Bir önceki soruyla bağlantı kuracak olursak aslında bütün büyük stratejik açılım yapmış ülkelere baktığımızda bu açılımlarının teorik ve pratik arka planlarının önemli bir kısımını ciddi bunalım dönemlerinden geçerken ortaya koyduklarını görürüz. Kendisinin belli bir istikrar içinde olduğunu hisseden ülkenin bir hesaplaşma, yeni bir açılım yapma çabası, gücü ve ihtiyacı da azalır. Meselâ bir İngiliz stratejisi varsa, İngiliz iç savaşı esnasındaki gerilimler döneminde ilk nüveleri atılmıştır. Bir Alman stratejisi, Alman parçalanmasının Alman birliğine dönüşmesi sürecinde yaşanan yoğun bunalımlarda ortaya çıkmıştır. Bir Amerikan stratejisi aynı şekilde Amerikan iç savaşı içinde ortaya çıkan değerler ve bu iç savaşın meydana getirdiği bir takım sonuçlarla bir anlamda tezahür etmiştir. Bu bir çok toplum için geçerlidir.
 
Eğer bir ülkenin aydınları bunalımdan geçen toplumları için samimi değerlendirmeler yapabilirlerse aslında bunalım sonrasında ortaya çıkabilecek bir düzenin ana işaretlerini, kilometre taşlarını, parametrelerini ortaya koyabilirler. Onun için asıl bunalım dönemlerinde sakin düşünmek, kalıcı değerlendirmelere yönelmek gerekir. Ben bu anlamda hem un hem şeker olduğu kanaatindeyim. Yani Türkiye elinde bir şey olmadığı için bunalıma giriyor değil. Aslında elinde bir çok şey olduğu için, kendisi yeniden tarihte ağırlığını hissettirecek çok şey olduğu için, bunalıma sürükleniyor. Bir takım değerler taşıdığı için bunalıma sürükleniyor.
 
Şöyle denilebilir: Türkiye mesela Orta Afrika`da iddiasız bir ülke olsaydı, Balkanlar`dan, Ortadoğu`dan, Kafkaslar`dan gelen problemlerle, bunalımlarla karşılaşmazdı. Ama iddiası da olmazdı. Dünyada söylenecek bir sözü de olmazdı. Eğer Türkiye`nin tarihi bir mirası olmasaydı, son büyük kadim düzenin temsilcisinin varisleri olmasaydı, yine küçük -orta ölçekli bir ulus devlet hatta refah içinde bir devlet olarak yaşayabilirdi de. Ama bir şeyiniz varsa o şeyler sizi bazen bunalıma da götürebilir yani uluslararası sistem, içerideki gerilimler o şeyler üzerinde yeni bunalım sonuçları ortaya çıkartabilir.
 
O bakımdan Türkiye bir şeylere sahip olmadığı için değil, aksine bir çok şeylere sahip olduğu için bunalımlarla karşı karşıya kalabiliyor, sürüklenebiliyor. Aynı şeylerden hareket ettiği zaman ve o aynı şeylerden sûkunetle doğru sonuçlar çıkardığı zaman bunalımları aşıp hem kendisine, hem bölgesine, hem bütün dünyaya katkıda bununabilecek ciddi sonuçlar ortaya çıkartabilecek bir potansiyele sahip.
 
"Türkiye`ye dış politika teorisi gerek..."

Altınoluk: Ahmet Taşgetiren, Yeni Şafak`taki yazısında kitabınızdan bahsederken "Türkiye`nin başucu kitabı" ifadesini kullandı. Bir de "Acaba Türkiye`de böyle bir kitap çerçevesinde Türkiye`nin stratejik değerlendirmesi yapılıyor mudur?" gibisinden bir soru koydu ortaya... Sizin bu ifadeleri övgü niteliğinde almayacağınızı biliyoruz. Kitabı, Türkiye`de bir boşluğu doldurması için yazdığınızı da düşünüyoruz. Gerçekten nedir bu boşluk? Türkiye`nin yönetim kadroları, ince dokunmuş bir stratejik bütünlük için de mi belirliyorlar "Türkiye`nin stratejik konumu"nu? Yoksa sizin de vurgu yaptığınız "Stratejik teori boşluğu"ndan mı söz etmek lâzım?
 
Ahmet Davutoğlu: Aslında kitabın ikinci bölümünde "Stratejik teori yetersizliği" başlığı adı altında bu konuyu ortaya koymaya çalışıyorum. Türkiye`de ciddi bir staratejik teori boşluğu var. Aslında Türkiye ölçeğinde bir ülkenin bir tane değil bir çok sayıda stratejik teoriyi önüne koyup düşünebilmesi lâzım.
 
Bunun bir kaç gerekçesi var. Bir tarihi, bir konjoktürel gerekçesi var, hatta ideolojik gerekçeler bile gündeme getirilebilir.
 
Türkiye`de bir de stratejik teori yetersizliği kapsamlı, tutarlı, ufuk açmak anlamında projeksiyonlar getirebilen stratejik teori eksikliği hissediliyor. Bunun bir tanesi sürekli küçülen bir imparatorluk varisleri olarak elinde olanı tutmaya dönük fikirler üreten bir toplum olduğumuz için böyle durumlarda insanlar genellikle elindekini koruma fikri öne çıktığı zaman dinamik dışa dönük çok sayıda fikirler üretmek yerine, var olanı koruma refleksine yönelirler.Önemli sebeplerden bir tanesi budur.
 
İkincisi soğuk savaş döneminde çok statik bir dünyada yaşıyorduk, bu statik yapıda yani iki kutuplu yapıda özellikle bölgesel güçlerin önemli stratejik teoriler üretmelerine gereksinim kalmaksızın uluslararası ilişkilerde dış politika oluşturmaları mümkündü. Çünkü iki kutuplu dünyada siz bir kutupdan yana tercihinizi kullanmışsanız, o kutbun temel aktörleri belirliyor bir takım politikaları. O bir kutupla bir takım pazarlıklar yürüyor. Siz o belirlenen alan içinde dış politika belirleme durumundasınız. Bu durum zamanla bir düşünme tembelliğine yol açıyor. Bu sadece Türkiye için değil başka ülkeler için de geçerli. Savunma refleksi ve statik düşünme alışkanlığı, dinamik şartlarda ve daha etkin politika geliştirmek gereken alanlarda, bir alışkanlığa eksikliğine bir düşünme eksikliğine yol açıyor. Türkiye`de böyle bir eksiklik var. Bu eksiklik sadece dış politika alanında çalışanlar için değil, dış politika teorisi anlamında, dış politika alternatifleri üretmesi beklenen üniversiteler için, araştırma kurumları için, siyasi partiler için, meclis için bir çok devlet kurumu için de geçerli bir alışkanlıktır.
 
Şimdi bizim süratle bu durumdan çıkarak mümkün olduğu kadar alternatif projeksiyonlara ve senaryolara açık dış politika çerçeveleri koyma ihtiyacımız var. "Stratejik Derinlik" isimli çalışmamızı bu anlamda mütevazi katkı olarak düşünebiliriz. Tabi bu çalışma tek başına bir şey ifade etmemektedir.
 
Bu anlamda teorik bir çalışma yapacak kişileri bekleyen ciddi problemle karşı karşıyayız. Çok hızlı akan bir nehir var ve biz de o nehrin içindeyiz. Bazen o nehrin akıntısına kendimizi çok fazla kaptırıyoruz. "Çin`den Adriyatik`e düşleri" veya hemen bölünebilecekmişiz korkusu gibi... Yani olumlu ya da olumsuz anlamda çok genel akıntılara kapılabiliyoruz. Ya da sanki biz bu topluma ait değilmişiz gibi dışardan gözle bakan bir akademisyen tavrı sergileniyor. Burada birinci tavır bilimsel alanı daraltıyor. Yani böyle bir şeyle bilimsel bir çerçeve oluşmaz. İkinciyle de bir topluma ait olarak ahlaki bir çerçeve koymanız, topluma ait bir ahlaki sorumluluğu yerine getirmeniz güç olur.
 
Bir anlamda yapılması gereken hem o nehirle birlikte onu yaşamak, onu hissetmek o nehrin ruhuna yabancılaşmamak lâzım. Hem de sükunetle bulunduğunuz konumu değerlendirebilmeniz lâzım. Bu belli özgün bir yöntemi gerektiriyor. Bir anlamda böyle bir eksikliği gidermek açısından düşünülebilir. Ayrıca kitabımızda üzerinde durduğumuz bir husus var ki bu tek başına ele alınacak bir durum değil. Bunun arka parametrelerini, tarihi derinliğini göstecek başka çalışmalarla desteklenmesi gerekir. Bu çerçevede başlangıç olarak görülebilecek bir çalışma.
 
"Türkiye, sıradan bir ulus devleti olarak kalamaz."
 
Altınoluk: "Türkiye belki de tarihinin en ciddi yüzleşme ve yeniden yorumlama sürecinden geçmektedir" diyorsunuz. Ne ile yüzleşiyor Türkiye, neyi yeniden yorumlamak zorundayız?
 
Ahmet Davutoğlu: Her çocuğun idrak geliştirmesinde ilk fark ettiği şeylerden biri mekan algılamasıdır. Nerede durduğu, bulunduğuyla ilgili. İkincisi de bir zaman algılamasıdır. Dün gibi algılaması olmayan bir zihnin yarın gibi bir planı olamaz. Bugünü yaşaması da çok zor olur. Bir çocuk veya bir insan düşünün dünü yaşamakla ilgili bir arka planı yoksa bugünü düşünemez. Bu bir parçalanmadır. Aynı şekilde bir insan düşünün ki bulunduğu mekanla başka mekanlar arasında bir ayırım yapabilir bir durumda değil, yine süreklilik içinde davranabilmesi zor olur. Her şeyden önce kişisel hafızada da toplumsal hafızada da bu böyledir.
 
Türkiye bu anlamda öylesine bir yüzleşme ile karşı karşıya ki dünü yeniden algılamak ve tanımlamakla karşı karşıya. Yani tarihiyle yüzleşmek durumunda. Bugün uluslarası politika problemlerinin arkasında tarihi gerekçeler var. Bu tarihi gerekçeleri sükunetle anlamamız lâzım. Bu tarihi yok farz edemeyiz. Balkanlarla, Kafkaslarla, Ortadoğuyla, Orta Asya ile ilgili. Türkiye sıradan her hangi bir ulus devlet tipi içinde olamıyor. Olmak istese de bırakmazlar. Balkanlarla ilgilenmiyorum diyemezsiniz. İçinizde Balkan kökenli vatandaşınız olduğu müddetçe orayla mutlaka ilgileneceksiniz. Aynı şekilde Kafkaslar ve Ortadoğu için de geçerli.
 
Biz bir ara şöyle bir tasavvur içinde olduk. Eğer Türkiye sınırlarını koruyabilirsek uluslararası camiada rahatsız edilmeden varlığımızı sürdürebiliriz. Bu Soğuk Savaş zamanında kısmen geçerli olabilecek bir şey. Ama şimdi ister istemez Türkiye sınırları ötesindeki dış politika unsurlarıyla doğrudan ilgilenmek zorunda kalıyorsunuz. Bu bir yüzleşmedir. Bu tarihi yeniden anlama çabasını beraberinde getirir. O tarihi gerekçeleri yeniden görme çabasını beraberinde getirir. Bu sınırlarla ilgili şey mekanın da yeniden yorumlanmasını gerektirir. Coğrafi ve tarihi veriler kitapta söylediğimiz gibi. Ama her uluslararası konjonktürde yeniden yorumlanması gereken verilerdir. O verileri yeniden yorumlama ihtiyacı içinde insanımız aynı zamanda kendi kimliğini de yeniden inşa etme sürecini yaşayacak, bu çok dinamik çok yoğun bir ilişki.
 
Bu yüzleşme her toplum için geçerli ama Türkiye için biraz daha fazla geçerlidir. Çünkü Türkiye`yi kimle kıyas ettiğiniz önemli, Türkiye 20. yüzyıla çok büyük ölçekli, bir çok etnik ve kültürel grubu, ekonomik unsuru, siyasal birimleri bünyesinde barındıran 8 büyük ölçekli yapıdan biriydi. Diğerleri kimdi? İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Avusturya-Macaristan, Çin ve Japon imparatorlukları ve Osmanlı. Bütün bu yapılar daha sonra daha küçük ölçekli ulus devletelere dönüşürken Türkiye benzeri problemlerle karşı karşıya kaldılar. Bütün bunlar da kendi tarihlerini ve mekanlarını tekrar yorumlama ihtiyacıyla karşı karşaya kaldılar. Yani Almanların doğu Avrupayla ilgili karşı karşıya kaldığı problemlerin benzerlerini Türkiye, Ortadoğuyla ilgili, Japonya, Pasifikle ilgili olarak yaşadı. İkinci dünya savaşının ardından bu yapıların hemen hepsi küçüldü.
 
Bir kısmı hemen hemen tamamıyla tasfiye oldu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi. Fakat hepsi bu unsurları bünyelerinde sürdürmeye devam ettiler. Soğuk Savaş sonrası 21. yüzyıla girerken bütün bu ülkeler kendi eski alanlarıyla ilgili yeni bir yorumlama ihtiyacı içine girdiler. Almanya`nın Doğu Avrupa`ya açılması, Rusların Kafkasya`da tutunmaya çalışmaları, Orta Asya politikaları, Japonların Pasifik`de kurduğu etki alanı, Çin`in Tayvan`la, Faransa`nın Kuzey Afrika ile ilişkileri... Baktığınızda gerek küresel gerek bölgesel anlamda hem bir manevra alanıdır bu ülkeler için, hem güvenlik anlamında veya uluslararası problem anlamında bir risk alanıdır. Bütün bu ülkeler şimdi şunu yapmaya çalışıyor; Riski nasıl azaltabilirim, bu manevra alanını nasıl genişletebilirim? Bu bir yüzleşmedir. Bu yüzleşmeyi yaparken hesabınızı statik parametreler üzerine artık yapamazsınız demektir. Türkiye bu yüzleşmeyle karşı karşıyadır.

"Halk küreselleşmeye hazır, ama aydınlar değil..."

Altınoluk: Son olarak Thomas Friedman geldi ve küreselleşme üzerine bir konuşma yaptı. Özetle "küreselleşmeye ayak uyduramayanın geleceği yok" gibi konuştu. Siz de aynı kanaatte misiniz? Küreselleşmenin Türkiye`ye bedeli ne olacak? Ya da Türkiye gelişmeleri etkileyen bir güç vasfı kazanabilecek mi?
 
Ahmet Davutoğlu: Açıkçası ben küreselleşmeyi öyle görmüyorum. Küreselleşme daha önce de örnekleri değişik dönemlerde yaşanmış bir ölçek patlamasıdır. Bir potansiyel yayılmasıdır. Doğru. Küreselleşmemin çift yönlü bir ölçü olduğunu görmek lâzım. Bir taraftan batı değerleri ve batı ekonomik yapıları küresel bir etkinlik alanı kazanırken diğer taraftan batı dışı medeniyet havzaları da kendilerine yeni hayat alanları açıyorlar.
 
Küreselleşme bu anlamda çok yoğun bir yüzleşmeyi beraberinde getiriyor. Çarpıcı bir misal ile ortaya koymak gerekirse, Türkiye`yi de yansıtabileceği için söylüyorum, Avrupalı dinler tarihçisi bir dostum Hindistan`ta yeni çıkan Hindu bir mezhebi incelemeye gidiyor. Mezhebin merkez edindiği mağaradan dönüştürülmüş bir mabede gidince kendisini bir beyaz karşılıyor. Bu zat dinler tarihçisine diyor ki "ben bu mezhebin esas kurucusu olan Hindli Guru`nun halifesiyim.
 
Şu anda kendisi Viyana`da muritleriyle beraber diyor. Şimdi düşünün bir beyaz Hindu mezhebine ait bir mağarada halife olarak bulunuyor, Hindli liderleri ise Avusturya`da, bu çift yönlü bir akış. Öbür durumlarda genellikle bir medeniyet kendi değerlerini küreselleştirdiği zamanlarda aslında pek çok şeyi bünyesine alıyor demektir ve yeni bir hesaplaşmaya hazırlanıyor demektir. Batı bunu küreselleştirdi. Ama aynı ölçekte de diğer havzalar etkinlik alanlarını genişlettiler. Yani bir yüzyıl önce batı ülkeleri, dünya ekonomisinin büyük bir kısmını ellerinde tutuyorlardı şu anda tamamıyla batının kontrolünde olan kaynaklar %50`lere kadar geriledi. Kültürel ve diğer alanlar içinde bu böyledir.
 
Küreselleştiği zaman içselleştirme problemi ile karşı karşıya kalırsınız. Bu tür geçiş dönemlerinde ciddi açılım kapasitesi en yüksek olan toplumlar küreselleştirici faktörlere komşu olan fakat küreselleşmenin alternatifini oluşturabilen toplumlardır. Yani hem onun dışında olmayacaksınız hem de kendi bünyenizde bu küreselleşmenin ortaya çıkarığı problemlerini aşacak evrensel katkılarda bulunabileceksiniz. Bu noktadan baktığımızda kadim küreselleşmelerin son örneği Osmanlı idi. Çünkü Hind imparatorluğu daha önce parçalanmıştı.
 
Böyle bir dönemde modernite Avrupa merkezli bir girişim süreci idi. Küreselleşme ise artık Asyayı, Afrika`yı, Latin Amerika`yı bütün bu devreye sokan etki yapıyor. Bu devreye girdiği zaman artık öylesine hızlı ivme kazanmıştır ki olaylar tek bir faktörle izah edilmez hale gelmeye başlamıştır. Sömürgecilik Avrupa`nın diğer ülkeleri sömürmesiydi. Ama küreselleşme böyle tek yönlü bir ilişki olarak görülemez. Modernite de tek yönlü ilişki olarak görülemez. Bundan sonra evrensel katkıda bulunacak kültürler, toplumlar küreselleşmenin bütün bu yönünü görüp, buna intibak eden toplumlar olacak.
 
Thomas Friedman ile gerçekleştirilen bir yuvarlak masa toplantısında ben de bulundum. Bu görüşmemizde Türkiye açısından küreselleşmenin problemi üzerinde dururken şöyle bir tespitte bulunmuştum. Batı küreselleşme üzerinden bir kontrol mekanizması kurmak istiyor. Yani diğerlerini karar sürecine katmadan kontrol etmeye çalışıyor. Yani IMF Türk ekonomisini kontrol edecek ama uluslararası ekonomik yapılarda söz hakkı olamayacak.
 
"Türkiye ölçeğindeki bir ülkenin iki alternatif vardır..."
 
Kontrol ettiğiniz her şeye katılma, paylaşma şansı da vermelisiniz. Türkiye`de ise yerel unsurlar kontrol etmeden katılmaya çalışıyor. Ama katılmayı engelleyecek gücü elinde bulunduranlar "kontrol edelim ama kontrol ettiğimiz insanların katılmasına izin vermeyelim." diyor. Bu çerçevede bir şey çok gayri adil. Eğer küresel bir düzen kurulacaksa bütün unsurların katılmasını sağlamak lâzım.
 
Türkiye açısından bakıldığında küreselleşme ile ilgili problem bence eğitim problemidir. Halkın bu konuda dinamizmi daha yüksek. Türk aydını ise küreselleşmeye hazır değil maalesef. Çünkü küreselleşme bir şeyi bir şeye tercüme etmeyi gerektirir. Batılaşmada da biz bu sıkıntıyı yaşadık. Küreselleşen fikirlerin yerel çerçeveye aktarılması gerekiyor. Ama bunu yapacak olan insanın yereli de evrensel olanı da aynı ölçüde bilmesi gerekiyor.
 
Yereli de evrensel olana tercüme etmesi gerekir. Ama bizim aydın kesimimiz maalesef bu donanıma sahip değil. Birinci problemimiz bu. Bu donanıma sahip aydın, öncü tip çıkardığımızda küreselleşme Türkiye`nin potansiyelini artıracak bir süreçtir, azaltacak değil. O zaman küreselleşmeyi teşvik de etmemiz lâzım. Çünkü her küreselleşme bizim tarihe tekrardan bir şeyler aktarmamızı da beraberinde getirecektir. Ama yerel değerlerden haberi olmayan evrensel küreselleşmeyi Türkiye`ye aktaran aydın tipi bir tür acenta konumunda olacaktır.
 
İkincisi burjuvazi, iş adamları zümresi yani ekonomik elit, küreselleşme ile yerel ekonomi arasında bir transfer yapar, yapması gerekir. Ama Türkiye`deki ekonomik elit devlet tarafından ortaya çıkartıldığı için transferi toplumdan kendisine kaynak transferi olarak görüyor. Veya batıdan kendisine bir acenta transferi olarak görüyor. Birgün biz evrensel ekonomi ile küresel ekonomi ile yerel ekonomi arasında sağlıklı transfer yapabilecek ekonomik elit ortaya koyabilirsek o zaman biz küreselleşmeden olumsuz etkilenmeyiz. Olumlu etkileniriz ve küresel ekonomideki payımız artar. İçimize kapanmamamız gerekir.
 
Üçünçüsü de siyasi elittir ki o, küreselleşmeyi içerde olan halkı kontrol etmek şeklinde düşünüyor. Halbuki halkın gücünü artıracak araçlar getirirseniz ve halkı o küresel şeye birlikte ortak bir bilinçle yöneltebilirseniz küreselleşmeden payınızı alabilirsiniz. Dolayısıyla bizim bu üç elit grupla problemimiz var. Üçünü revize edip yeni elit prototipler ortaya çıkartırsak yerel ve evrensel değerleri birbirine tercüme edebilir bir aydın, yerel ve evrensel ekonomik değerleri transfer edebilir bir ekonomik elit, halkın gücünü küresel alana yansıtabilen bir siyasi elit formasyonuna oturtulabilinirse küreselleşme olumsuz etkilemez bizi. Bunu yapabilirsek sadece küreselleşme değil, her şeye bizi olumsuz etkiler.
 
Son olarak şunu söylemek mümkün. Türkiye ölçeğindeki bir ülkenin önünde iki alternatif vardır. İçerde kalmak küreselleşme karşısında bizi yok eder, zaten böyle bir şansımızda yok, olamazda. Bu enerjimizi içerde harcamamız anlamına gelir. Dışa açılmak ama bunu küresel akıntıya kapılan bir dışa açılım olarak değil, her alanda kendine özgüven içinde ve durduğu noktayı iyi tespit eden kararlı ve istikrarlı bir dışa açılım olarak yaptığınız zaman küreselleşmeyi biz de şekillendirmeye başlarız. Aksi takdirde küreselleşmenin akıntısına kapılan sıradan bir nesne oluruz. Türkiye ve benzeri ülkeler, Hindistan ve Çin gibi bir medeniyetin bir kültürün öncüsü olan toplumlar küreselleşme ile çok daha fazla önem kazanacaktır. Bu imkanı değerlendirmemiz lâzım. Bu bir imkandır bir risk değildir.


GENÇ'ın Yazısı.