Gülü Ölüm Kokan Şehir
Sımsıcak bakışlı, uzun boylu ve duru tenli bu insanlar hala Osmanlıya hayranlar.
Aynı anda hem doğu hem de batıya ev sahipliği yapan Bosna topraklarının tarihi Roma İmparatorluğu’yla başlıyor. İstanbul’dan on yıl sonra Osmanlı’ya katılan bu topraklar Rumeli eyaletine bağlanır. Halk Osmanlı’nın getirdiği İslam’ı kabul eder. Sımsıcak bakışlı, uzun boylu ve duru tenli bu insanlar hala Osmanlıya hayranlar. “Selamun aleyküm ve Allah’a emanet ol” Türkiye’deki gibi sadece dindar bir kesimin kullanımında değil. Buluşma ve ayrılmada herkes birbirine böyle sesleniyor. Biz atalarımızın mezar taşlarını görmemek için duvarları yükseltirken bu ülkede daha modern çizimlerle sarık ve fes taşıyan mezar taşları Sırpların putlarına inat dimdik yükselmekte.
Sırplar ne kadar yakıp yıksa, zulmetse, Osmanlı’yı kazımaya çalışsa bile Sarayevo Bursa kadar tanıdık. Hatta İskender kokularının yerini pide üstünde sunulan Çevvabi (köfte) kokuları almış. Ayran ve soğan salatasının eşliğinde yenen Çevvabi Bosna’nın olmazsa olmazlarından.
Baş Çarşı yabancılık çekmeden dolaşılabilecek bir yer. Savaş sonrası yeniden yapılan Vezir Mehmet Paşa sebilinden su içip, kuşlara yem attık. Israrla bir şeyler satmaya çalışan satıcılar, gürül gürül okunan ezan her şey çok tanıdıktı. Atalarımdan miras hanın avlusunda bir Boşnak kahvesini lokum eşliğinde yudumlarken, kızımın kilimciyle dost olabildiği bir şehir burası. Çarşının içinde sıkışıp kalmış katedral İsa’nın son akşam yemeğini anlatan vitraylarıyla meşhur. Savaş sırasında vitraylar Gazi Hüsrev Bey cami altında gizlenmiş. Bu da gerçek dindarların kapısının her zaman herkese açık olduğunun güzel bir örneği. Oysa ki Sırplar ilk saldırdıkları yer olan kütüphanede bulunan 2500 adet geyik derisi el yazması kitabı yakmışlar. Geçmişin sırlarını, gezginlerin maceralarını ve bir tarihi yok ederken hiç vicdan azabı çekmemişler, belli ki...
Meşum pazar katliamının yapıldığı yerde hala meyve sebze tezgâhları kurulsa da arka tarafına yapılan cam anıtta tüm şehitlerin adı kırmızı fonda parlıyor. Biraz ilerisinde ise Sareyova’nın gülünü görmek mümkün. Otobüs beklerken bombayla ölen 43 kişinin anısına asfaltın delinen yerleri onarılmamış. Kırmızı harçla doldurulan delikler asfalta dökülmüş gül yapraklarına benzetildiğinden bu adı almış. Acı ve ölüm kokan bir gül. Başka bir köşede yükselen eski kütüphane onarım için bir hamiyetperver bekliyor. Kütüphanenin karşısında bulunan “İnat Evi” bir zamanlar kütüphanenin bugün bulunduğu yerdeymiş. Devlet toprağını satın almak istese de satmayan vatandaştan zorla alır. Adam da inadına evin aynısını kütüphanenin tam karşısına yapar. Üstüne de kocaman”İnat Kuca” (İnat Evi ) yazar.
Şehri ikiye ayıran köprülerden biri 16.yy. Osmanlıya ait. Köprü üstünde yapılan suikast sonucu çıkan 1. Dünya Harbi’nin yıkıp yok ettiği şeylere rağmen hala sapasağlam ayakta duruyor. Demir köprü ise Eyfel’in mimarına ait. Her binanın her şahsın hikâyesi olsa da beni en çok etkileyen Gazi Hüsrev Bey oldu. Yaptırmış olduğu cami ve külliyenin güzelim Osmanlı mimarisi veya Kanuni ile Mohaç’ta savaşmasına değil, kurmuş olduğu yapının, vakfiyesi gereği hala öğrenciler yetiştirip, ihtiyaç sahiplerine yardım ederek sevap defterinin 500 yıldır işliyor olmasına özendim.
Bosna yakınlarında gezilecek romantik ve mistik bir mekan da Balagaj tekkesi. Horasan erenlerinden Sarı Saltuk’un vasiyeti üzere dokuz ayrı tabut hazırlanıp dokuz ayrı diyara gönderilir. Birinin istirahathanesi de burasıdır. Sarp kayalıklar dibine kurulu ahşap tekkenin eteklerindeki su kaynağı yeşil mavi tonuyla manzarayı tamamlıyor. Kaynağın kıyısına kurulmuş lokantada çevvabisinden alabalığına pek çok lezzeti bulmak mümkün.
Pek çok kereler lavanta çiçeği gördüm ama lavanta tarlasına ilk defa Bosna’ya dönüş yolunda rastladım. Korint kasabasından geçerken resmini çektiğimiz kırık minare ise savaşın izleri unutulmasın diye yaralı ellerini göğe uzatmış duasına devam ediyordu.
Hande Berra'ın Yazısı.