Bizim kendisi ile hayata uyandığımız bir rüyamız vardır. Gözümüz o rüya ile açıldı, yüzümüz o rüya ile ışıdı. Dünyayı ve herkesi o rüya ile tanıdık. Dünya ve herkes de bizi o rüya ile tanıdı. Bizi bilenler, rüyamızla bildiler. Rüyamızın olmadığı yerde bahse değer bir kıymetimiz olmadı. Aslında rüyamızın olmadığı yerde bahse değer bir kıymet de olmadı. Yoktu ki… Sonsuz mutluluğun sırrı sadece rüyamızda saklıyken bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Sadece sonsuzluğun değil şu anın ve hayatın şifreleri de rüyamızdaydı. O, ebedi mutluluğun haberini her yer ve zamana götürme aşkıydı. O, gücün değil adaletin hükümferma olduğu bir dünyaydı. O, merhamet siyasetini cümle düzenlerin ve doktrinlerin üstüne yükseltme mücadelesiydi. O, kalplerin fethi ile başlayan her fetih sonrası tekrar bir fethe susamak ve acıkmak sevdasıydı.

Biz rüyamızı çok sevdik, o yüzden her gördüğümüze rüyamızla dokunmak istedik. Her dokunduğumuz rüyamızla hayata uyansın diye... Ona aşinayı bize aşina bildik ki elhak öyledir: Bizi bilen rüyamızla bilmiştir. Biz hayata ve dünyaya rüyamızla yürüyünce, hayat ve dünya bizi rüyamızla aynı hizada resmetmiştir. O yüzden bize rüyamızla barışık hayatlar yakışır. Rüyamızın, bilemediğimiz bir zamanda gördüğümüz, işittiğimiz ve mest olduğumuz o hikâyesi, her halimizden yansımalıdır. Değil mi ki o hikâye cümle yaratılmışı sarıp sarmalar, geride bir tek kimse bırakmaz, biz de baktı mı öyle bakmalıyız. Herkese bizim rüyamızda bir yer bulunur, biz de herkese rüyamız kadar şefkatli yaklaşmalıyız. Rüyamız herkese yeter, biz de herkese yetebilecek bir engin gönle ermeliyiz. Rüyamız ufkumuzun tacıdır, hayatımız ise bizi o ufka ulaştırmaya çalışan bir aracı… Sorumluluğumuz aradaki mesafe kadar büyük, mutluluğumuz ise aradaki mesafe kadar kısadır.

Evet, bize rüyamızla barışık hayatlar yakışır. Tersi kendimizi inkâr olur; resim bozulur, düzen kaçar, şiraze yerinden kayar. Hâlbuki öyle olmamalıdır; rüyası olanlar, rüyalarına sahip çıkmalıdır. Dünyanın üzerimize üzerimize yürüyüşü bize rüyamızı unutturmamalıdır. Rüyasını unutanlar zamanın, şartların ve mevcudun dar çeperine sıkıştırılırlar. Onlar artık rüya göremeyecek kadar zamanlarının emrine girmişlerdir. Hâlbuki mesele, rüyasının peşinde zamanı esir alma meselesidir. Rüyasını unutan, rüyasını kaybetmekle cezalandırılır. Rüyasını kaybeden kendini kaybetmiş, kendine ziyan etmiştir; o artık, hükümsüzdür.

***

Mayıs Fetih ayı… Fetih denilince ilk akla gelmesi gereken Ayasofya’dır. Ayasofya öyle yüce bir mânâdır ki onu anlamak, geçmişimizi, hâlimizi ve geleceğimizi anlamakla eş değerdir. Ayasofya’yı bilen kendisini de, rüyasını da, uyanacağı güzel baharı da bilir. Kapak konumuzda Ayasofya’yı bu yüzden işliyoruz. “Ayasofya geleceğimizdir” başlığımızın yanına, ufukta gözüken güzel günlerin gayreti ve tez zamanda zuhuruna yönelik niyazlarımızı iliştiriyoruz.

***

Geçtiğimiz ay Ağrı, Patnos, Van ve Erzurum’daydık, bu ay ise Batman, Şırnak, Kütahya, Bursa ve Tavşanlı’dayız. Durmuyor, her gelen davete, her yükselen sese yetişmeye çalışıyoruz. Durduğumuz an düşeriz, bunu biliyoruz. Sükûneti ve sekineti devrana iskânda arıyoruz.

Bir TV programında GENÇ’i anlatırken şöyle bir ifade geçti: “Zamanımız hız ve haz zamanı; bu zamanda eksik olan sekinettir. Sükûnet olmadan sekinet olmaz. Teskin olmak isteyen sükûnetin sâkini olacak, başka çare yok…”

GENÇ, hız ve haz çağında sekinet ve sükûneti sağlayacak bir müsekkindir; almak, okumak ve yaymak her hal ve kârda iyidir; tavsiye etmeli, bilmeyene bildirmeli…

Bir sonraki sayıda buluşmak ümidiyle Allah’a emanet olunuz.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.