Tıp Her Şeyi Affeder mi?
Ölüm, yüreği yanan analara ağıt, şairlere tema, romancılara ilham olmuştur. Ama gelin görün ki ölümü tarif etmek bir dert oldu başımıza. Nefes alıp verme durduğunda gerçekleştiğine inanılan ölümün, türlü tanımlarını icat etti tıp dünyası.
Hayatımızdaki en gerçeklerden biridir ölüm. Soğuktur, acıtır, sarsar, değiştirir, imtihan salonunun kapısına koyuverir. İnsan, tefekkür-i mevt yaparken bile sahiden sokamaz kendini tabutun içine, ama ölüm alır en yakınlarını bir daha getirmez, bu gerçeği bilir de insan ölmeyeceğini düşünür. Ölüm, yüreği yanan analara ağıt, şairlere tema, romancılara ilham olmuştur. Ama gelin görün ki ölümü tanımlamak bir dert oldu başımıza. Nefes alıp verme durduğunda gerçekleştiğine inanılan ölümün, türlü tanımlarını icat etti tıp dünyası. Somatik ölüm, hücresel ölüm, beyin ölümü bu türlerden birkaç tanesi. Eğer bu şehirlerden bir gün kaçıp, ücra bir dağ başında münzevi bir hayata yelken açamazsak, ani bir ölüm gelip de bizi bulmaz ise, büyük ihtimalle soğuk bir hastane odasında bir tıbbî yaşam destek ünitesine bağlı olarak son nefesimizi vereceğiz demektir. Tıp, ölmeyi kader kabul etmediği gibi yaşamayı da kabul etmiyor. Beyin ölümü kavramı, ilk kez 1967 yılında kalp nakli yapıldığında ortaya atıldı. Beyin ölümü tanımına göre insanın ölümü, tamamıyla beyinde vuku bulan bir olay. Bu tanıma göre beyin fonksiyonları durursa bile diğer organlar en geç 72 saat daha çalışabiliyor. Hasta olup da umutla organ nakli bekleyen binlerce insan var. Hatta bu nakil işi için sıraya giriliyor. Bir canı yaşatmak için ölü bir bedenin parçalanabilirliği kabul ettiriliyor. Bütün bunlar hala tartışma konusu, tıp dünyası tartışmasa bile din adamları, organ verici ve alıcı hasta yakınları tartışıyor. Bir de bütün bu olayların, son günlerde haber konusu yapılan yüz naklinde olduğu gibi kamuoyu önünde tartışılması da insanının içini acıtıyor. Bilim ve teknolojinin bu derece eleştirilemez bir alan olarak sunulması insan-ı kâmil’i alelade insan yapmıyor mu?
Ali Can'ın Yazısı.