Hava Yastığı İle Yaşamayı Reddediyorum!
Vicdansız değiliz ama vicdanımızla aramızda koca bir dağ var. Bu yüzden vicdanımızın sesini duymakta zorlanıyoruz. Ve konforlu yaşamak uğruna her gün o dağa bir kürek toprak daha atıyoruz. Oysa ancak ayetler ile bağlarımızı sağlam tutarsak bir sifonu çeker gibi o dağı bir kuyuya boşaltmaya muktedir olabileceğiz.
Japonlar yaşlıların vücuduna hava yastıkları bağlayarak düştüklerinde yaralanmalarını önleyecek bir teknoloji geliştirdiler. Düşme anında hava yastıkları açılıyor ve kırık çıkık önlenmiş oluyor. İlk etapta çok beğendiğim bu teknolojinin neden üretilmiş olduğunu öğrenince yelkenlerim suya indi. Çünkü Japonya’da yaşlı nüfus çok fazla ve sağlık harcamaları da bu oranda artıyor. Sağlık harcamalarını minimuma indirmek için bu yola başvurulmuş. Evin belirli yerlerine sensörler yerleştiriliyor ve yaşlıların kalp atışlarını, tansiyonlarını uzaktan bu bilgisayarlar sayesinde takip edebiliyorlar. ‘Akıllı ev’ adı altında yaşlıları eve hapsetmek doktorun en ufak ilgisi ile mutlu olabilen bu insanları uzaktan kontrol etmek ve yaşlılara ‘maliyet hesapları’ gözlüğü ile bakmak günümüz dünya disiplinine gayet uygun. Maalesef ki böyle.
Yaşlıları, engellileri, zihinsel özürlüleri halkın arasından ayıklamak ve onları sırta yük olan ve maliyet hesaplarını kabartan varlıklar olarak tanımlamak sizce de vicdanların işlevsizleştiğini göstermiyor mu? İnsani görevlerini robotlara ve bilgisayarlara devrederek sorumluluklardan kurtulmayı planlayanlar daima ‘sağlıklı, genç ve akıllı’ kalacaklarını sanıyorlar sanırım. Şahsen ben çocuklarımdan uzakta hava yastıkları ile yaşayan bir yaşlı olarak ölmeyi reddediyorum. Diğerkamlığı ve fedakarlığı ortadan kaldıran fiziksel yaşantıyı kolaylaştırsa bile maneviyatı darmaduman eden ne varsa reddediyorum. Yaşlıların kapatıldığı akıllı apartmanları, sadece görme engellilerin okuduğu okulları, lösemili hastalar için yapılan siteleri bir nevi ‘gettolaşma’ gibi gördüğüm için reddediyorum. Onlar her daim içimizde yanımızda bizlerle beraber olmalılar. Onların hava yastıkları komşu teyzeler, gelinler, ablalar olmalı. Onların tansiyonlarını gönüllülükle ölçen gençler olmalı etraflarında, ola ki benizleri sarardığında onları bir koşu hastaneye taşıyan komşu amcalar olmalı…
Geçtiğimiz günlerde bir film izledim. İtalyan filmi. İsmi: Gökyüzü Kadar Kırmızı. Gerçek bir hikâye. Filmde bir kaza sonucu görme yetisini kaybeden çocuğun bir görme engelliler okuluna kapatılması anlatılıyor. Çocuk bir kayıt makinası buluyor ve sesleri kaydederek sadece seslerden oluşan bir hikâye yapmaya çalışıyor. Öğretmenleri ile çatışıyor normal olarak. Çünkü okul onlara emirlere itaat etmelerini öğretiyor ve santral memurundan başka bir şey yetiştirmiyor. Oysa o çocukların her birinin içinde ayrı bir dünya var. Filmdeki çocuğun tek şansı bir öğretmeninin ona inanıp bir kayıt makinesi hediye etmesi. Çocuk bundan sonra bir nevi ‘bant tiyatrosu’ olan projesini tamamlıyor. Bir bidonun içine üfleyerek canavar sesi, kırışık kâğıtları sallayarak yaprak sesi, ıslak parmağını avucuna vurarak yağmur sesi, zincirleri şıkırdatarak kale kapısı sesi yapıyor ve benzeri sesler bularak hikayeyi tamamlıyor. Yıl sonu gösterisinde ailelere siyah bir bant veriliyor ve gösteriyi gözleri kapalı izlemeleri rica ediliyor. Hepsi seslerden müteşekkil bir dünyayı tüm zerrelerine kadar hissederek duygusal bir yolculuğa çıkıyorlar. İşte o çocuk o öğretmen olmasaydı bir santral memuru olacaktı en fazla. Ama İtalyan sinemasında ünlü bir ses efektçisi oldu. Ayrıca bu filmin sonlarında belirtildiği üzere 1975 yılından sonra İtalya’da görme engelliler sıradan çocuklar ile birlikte okumaya başladılar. Film beni çok etkiledi. Özellikle engelli olan çocukların toplum içinde olmaları gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Çünkü Rabbim onlardaki eksikliği bizdeki varlık ile tamamlamayı murad etmiştir. Tıpkı paramızda fakirlerin ‘zekat’ adı altında haklarının olması gibi. Sağlığımızda hastaların, gençliğimizde yaşlıların, bedeni bütünlüğümüzde engelli dostlarımızın hakları var. Onları bir yere kapatır, uzaklaştırır, onlar için siteler/mahalleler /apartmanlar icad edersek onların bu haklarını gasp etmiş oluruz.
Size beni daha iyi anlamanız için geçen yıl Hakk’ın rahmetine kavuşan akrabam Mehmet Abi’den bahsetmeliyim. Mehmet Abi, 12 Eylül olayları esnasında kafasına aldığı bir darbe sonucu görme yetisini kaybeder. Hukuk okumaktadır, aynı zamanda semazendir, hafızdır. Güler yüzlü ve sempatiktir. Gelin görün ki bir hak-hukuk davası ortasında, gözlerini memleketin daha iyiye gitmesi uğruna kanlı çanaklara akıtmıştır. Hayatını ‘hibe’ eden gençler ile hayatını ‘heba’ eden gençlerin arasında kalmış bir mevhibedir belki de… Ne zaman yanına gitsek bizi sesimizden tanır, bir yıl önce sohbet nerede kalmışsa oradan devam eder. Hafızası da duyuları da çok kuvvetlidir. Mehmet Abi eşinin anlattığına göre her sabah camiye gitmek için kapının önüne çıkar ve her seferinde “camiye giden biri beni nasılsa götürür” diyerek beklermiş. Ve her gün ve her seferinde tanıdığı ya da tanımadığı biri onu kolundan tutup alacakaranlığı yara yara camiye ulaştırırmış. İşte burada ne gözyaşlarımı ne de hıçkırıklarımı tutabiliyorum ben. Ne zaman gözlerimi kapatıp karanlığı içimde hissetsem Mehmet Abi bir duvarın dibinde mütevekkil bir şekilde öylece bekliyor. “Rabbim nasılsa yardım eder” diyen, gözleri görmeyen, güler yüzlü bir adam tüm karanlığı bir tevekkül hamlesi ile yırtıveriyor. İbret oluyor, örnek oluyor, gönül gözü ile görmeye delil oluyor. İki elim yanıma, iki gözüm önüme düşüyor. Keşke onun gibi görebilseydim diyorum.
Şimdi soruyorum Mehmet Abi o mahallede o insanlar arasında olmasaydı, hava yastıkları ile sensörlü bir evde yaşasaydı ne kaybederdi. Onu bilmem ama koca bir mahalle halkı şükrünü kaybederdi, diğerkâmlığı kaybederdi, ona yardımcı olmanın verdiği huzuru kaybederdi, hayatları boyunca elektrik gittiğinde karanlıkla baş başa kaldıklarında ‘kör olmak nedir’ sorusuna verdikleri cevabı kaybederdi.
Ahir zaman ümmetiyiz. Vicdansız değiliz ama vicdanımızla aramızda koca bir dağ var. Bu yüzden vicdanımızın sesini duymakta zorlanıyoruz. Ve konforlu yaşamak uğruna her gün o dağa bir kürek toprak daha atıyoruz. Oysa ancak ayetler ile bağlarımızı sağlam tutarsak bir sifonu çeker gibi o dağı bir kuyuya boşaltmaya muktedir olabileceğiz.
Ayşegül Genç'ın Yazısı.